Ankara’da nevi şahsına münhasır bir yer: Kürdün Meyhanesi

 

Araştırma: Sibel Durak

Çizim: Erhan Muratoğlu

İsmine ilk Metin Toker’in bugünün siyam ikizi yılları anlattığı “Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları” adlı 4 ciltlik seride bir cümle içinde rastladım. Toker, 1940-1960 arası, hani o dönemin haberlerindeki isimler değiştirilip gazeteler yeniden basılsa, dün mü yaşandı, bugün mü yaşanıyor ayırt edemeyeceğimiz yılları anlatıyordu kitapta.

Bir bahar havasıyla başlayıp, canı gönülden desteklenen iktidarın giderek dozunu artıran baskılarına şahit olunan yılları… Ulucanların Hilton koğuşunda kalan gazeteciler, öğretim üyeleri ve
politikacıların, Menderes yokuşu adını taktıkları dar geçitte volta attıkları yılları…

Okuduğum cümleyi bir daha bulamadım ama başka bir gazetecinin, Cüneyt Arcayürek’in, aynı dönemi anlattığı “Yeni İktidar Yeni Dönem 1951-1954”isimli kitabında birkaç yerde tekrar çıktı o isim karşıma.

CHP-Demokrat Parti çekişmesi arasında ilgimi çeken o isim bir meyhaneye aitti: Kürdün Meyhanesi. Her iki gazetecinin hayatında yeri vardı ki Karpiç gibi, Piknik gibi, 3 Nal gibi, Şükran Lokantası gibi anlatmaya değer bulmuşlardı Kürdün Meyhanesini. Ve bu sayede o yılların siyasi iklimi ve basın tarihinin yanında Ankara’nın gündelik hayatına da ışık tutuyorlardı aslında.

Uğrak mekanlarını Arcayürek “Gündüz çalışmalardan sonra gazeteden çıkardık. Gazetecilerin yoksul topluluğuna Hürriyetin sahibi Sedat Simavi’nin küçük oğlu Erol Simavi de katılırdı. Ankara’da Genel Kurmay’da askerliğini yapıyordu. Kimi geceleri Kürt Memet’in meyhanesinde başlatır, Karpiçin amerikan barında sürdürür, bir kahve içimi Ulus gazetesine Nihat Subaşı’ya uğrardık.  Ecevit de ordaolurdu. Ecevit’i bir kez olsun bir gece yarısı Ulus’tan koparıp Tabarin Bara sokamadık” satırlarıyla anlatıyor.

Metin Toker ise mekanlar arasındaki ince farklara dikkat çekiyor: “Genel Merkezi Sümer Sokak’ta olan Demokratlar geç ve çok çalışırlardı. Bir ara fırsat bulduklarında lokantaya gider, birkaç kadeh atarak yemek yerlerdi. O zamanlar Bulvar üzerinde Özen ve Kutlu Lokantaları vardı. Oldukça pahalı olan Kutlu, Celal Bayar ve arkadaşlarının mekanıydı. Daha alt kademe ile gazeteciler Missuri’de, Buket’de, 3 Nal’da buluşur, Kutlu’ya ancak aybaşlarında veya paralı bir dost refakatinde gidilebilirdi. Karpiç ise CHP’lilerin yeriydi. Şükrü Saraçoğlu’nun daimi bir masası bulunurdu orda.”

Genç gazeteciler arasında Kürdün Meyhanesinin revaçta olmasının en önemli sebebi hiç şüphesiz geçim sıkıntısıydı. Paraları çıkışmazsa borç yazdırabilecekleri ender mekanlardan biriydi onlar için.

Anılara yer etmiş satırları okuyup merakım artmışken tesadüf mü algıda seçicilik mi bilmem kitapçı raflarında bir kitap ilişti gözüme. Fahir Aksoy’un “Kürdün Meyhanesi.” Merakımı giderecek bilgilerin büyük kısmı o kitapta saklıydı. Aksoy anlatıyordu, bu meyhanenin 1944-1960 arası Ulus’ta Posta Caddesi’nde olduğunu. Asıl adı Yeni Hayat Lokantası olsa da gelenlerin sahibinden ötürü Kürdün Meyhanesi demeyi uygun gördüğünü.

Ayın ilk günü meyhanenin tıklım tıklım dolduğunu yazıyor Aksoy. Gelenlerin çoğu “bir günlük saltanat saltanattır” diyen küçük maaşlı memurlar. Aybaşlarında haliyle Kürt Mehmet’in keyfinden yanına varılmaz şakalar yapar, tezgahtan mezeler gönderir dururmuş. Parasız masalara şarap, bayırturpu ve beyaz leblebi, paralı masalara ise rakının yanında arnavutciğeri, şişkebap, koç yumurtası, piyaz…

Meyhaneyi tıklım tıklım dolduran o müdavimlerle olan anılarını da aktarıyor Aksoy. Kimler kimler yok ki anılarda… 

Orhan Veli oturmuş o masalara meteliğe kurşun attığı günlerde. Meyhanenin karşısındaki Büyük Postanede bir posta kutusu kiralamış, Yaprak dergisinin , mektupları ve paraları o kutuya gelirmiş. Oturmuş şarabını içerken arada gidip bakıyor para yatmış mı, gecenin sonunda hesabı ödeyip ödeyemeyeceği tedirginliğiyle.

Numune Hastanesinde asistan olduğu yıllar çok gidermiş Ceyhun Atuf Kansu o meyhaneye. Fikret Otyam’ı o meyhanede tanıdığını yazıyor Aksoy. Seyrek de olsa gelenlerden biri de Nurullah Ataç’mış. O seyrek gelişlerinden birinde masada Sabahattin Eyüboğlu ve Cahit Sıtkı Tarancı da eşlik etmiş onlara.

Bir de Suat Derviş var içlerinde. Meyhaneye ayak basan ilk kadın. ‘Fahir sizin şu Kürdün Meyhanesini çok merak ediyorum, beni bir gün götürür müsün’ diye sorunca ‘hay hay’ demiş demesine ama bir düşüncedir sarmış Aksoy’u. Meyhanenin tarihi boyunca bir kadının oraya geldiği görülmemiş. Bir akşam Suat Derviş’le girmişler içeri. Küfürlü konuşmalara, bağrışlara son veren
bir sessizlik sarmış meyhanenin dört yanını. Ayrı cinsten birinin ortamda olmasından erkekler hoşnut olmamış Kürt Mehmet de: “Gözünü seveyim, o hanımı sakın bir daha getirme, huzurumuz kalmadı. Günün yorgunluğundan sonra içimizi dökmeye, gerektiğinde sövmeye olanak bulamayız hanımlar gelirse”.

Yıllar sonra bir başka kitapta, Rakı Ansiklopedisi’nde Funda Şenol Cantek meyhanenin şöhretine şöhret katan isimler arasında Ahmet Muhip Dıranas, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Nusret Hızır, Fethi Giray, Samet Ağaoğlu ve Aka Gündüz’ü de sıralıyor.

Kürdün Meyhanesi 60’lı yılların sonuna kadar yazan, çizen, okuyan düşünen insanların uğrak mekanı olarak bir dönem Ankara’sının aydınlar kulübü gibiymiş. Hani şimdi, o yılların siyam ikizi bu yıllardan dönüp bakınca; birer ikişer göçtüğünü görürken okuyan, düşünen, yazan, çizen insanların şehirden; şehrin kültür ve eğlence hayatı da bozkırı gibi sararmaya başlarken Kürdün Meyhanesi gibi, 3 Nal gibi, Nil gibi mekanların varlığı için duyduğumuz özlem nostalji sevdasından değil, zaruri ihtiyaçtan.