Aşırı doz tıp uygulamalarının kime yararı var?

Paylaş:

Dr. Kutay Biberoğlu

Bir hekim hastasının yakınmalarını, geçmiş öyküsünü dinlemek için gerekli zamanı ne kadar ayırmak istemez, ne kadar klinik değerlendirmesine güvenmez, tanı ve yönetim planını ertelemek isterse o kadar çok test ister. Bu nedenledir ki hastalar çoğu kez eski test ve tetkiklerini getirmeyi, hatta sağlık kurumundan bunları almayı bile akıllarına getirmezler. Sorulduğunda yanıt hep aynıdır. Gerekçe, hekimlerin bir önceki meslektaşlarının yaptırdığı eski test sonuçlarını dikkate almamaları ve yeniden yeni tetkik istemeleridir. Bu nedenledir ki her bir hastaya ait, kısa süre içinde tekrarlanmış, sayısız kan tetkikleri, görüntüleme rapor ve CD’leri birikmiştir ama ortada tanı yoktur.

Hastayı dinlemez, ona dokunarak klinik muayene yapmazsak pek çok hastalığı atlamış oluruz. Kadın hastalıkları uzmanlarının çoğunluğu artık hastayı muayene bile etmeden, ultrason istemektedir. Son yıllarda ultrason, klinik değerlendirmeye yardımcı laboratuar testi olmaktan çıkmış, asıl muayene yöntemi haline dönüştürülmüştür . O kadar ki bu kötü alışkanlık yüzünden hastaya muayeneye hazırlamasını söylediğimizde “doktor, gerçekten muayene olmama gerek var mı? tepkisiyle karşılaşabilmekteyiz. Olay öyle bir boyuta gelmiştir ki hastayı dinleyen, muayene edip yüksek teknolojili görüntüleme yöntemleri istemeyen hekim, eskide kalmış, teknolojiyi ıskalamış hekim pozisyonunda hissettirilmektedir. Daha tehlikelisi ise eğitim gören genç hekimlerin, klinik hekimliğin bu olduğunu zannetmeleridir. Klinik değerlendirmeden kaçınan bir kişi, hekim değil ancak teknisyen olabilir.

Laboratuarın kliniğin önüne geçmesinin sakıncalarından birisi de tesadüfi bulunmuş görüntü olasılığıdır. Bu olasılık hiç de küçümsenecek oranda değildir. CT görüntüleme yöntemi ile taranan sağlıklı insanların yüzde 37’sinde böbrek üstü, hipofiz, tiroid, paratiroid bezlerinde, iç üreme organlarında, böbrek, karaciğer ya da akciğerlerinde anormal bulguya rastlanabilmektedir (Furtado CD  et al. “Whole-body CT screening: spectrum of findingsandrecommendations in 1192 patients”. Radiology.237(2): 385–94; 2005). Bu durumda hekim, zorunlu olarak, görüntünün bir sağlık sorununa yol açmayacağını daha ayrıntılı tetkiklerle inceleme durumunda kalacaktır. Çalışmalar bunların hiç birisinin hastalık oluşturmadığını göstermektedir. Hastayı hekime getiren sorunla veya bireyin sağlığı ile hiç bir ilgisi bulunmayan bu görüntülerin izlemi, hatta cerrahisi, endüstrinin iştahını kabartan “aşırı dozda tanı, aşırı dozda tedavi” örneklerinden sadece bir tanesidir.

Teknolojinin yanlış uygulama örneklerinden bir diğeri de bir patoloji bulunduğunda bununla yetinilmeyip sağlamasının yapılmasıdır. Ultrasonografi yöntemine ek olarak aynı hastaya bir de radyasyona maruz bırakan CT yapılması, alışkanlık haline gelmiştir. Daha da ötesi, endüstri etkisiyle hekimler bununla da yetinmeyip aynı hastaya bir de magnetik  rezonans (MR) görüntüleme eklemektedir. Hiç yoksa MR’ın bireyin ve devletin kesesinden uluslararası sermayeye para transferi sakıncası vardır.

Hafif, hatta gerçekte olmayan sorunlar için boş yere harcanan zaman ve para, birey için yararlı olmadığı gibi sağlık için ayrılan sınırlı olanakların ve milli gelirin, gerçekten ihtiyacı olanlara ulaşmasına engeldir. Hele Türkiye gibi kıt kaynaklı, yeterince üretmeyen bir ülkenin gelirleri, teknolojinin, özel sağlık kurumlarının ve sigorta kuruluşlarının büyük oranda sahibi olan yabancı sermayeye drene olmaktadır. Tıp biliminin esasını oluşturan ve bireylerin sağlığını korumayı önceleyen “koruyucu hekimlik” kavramı, anlamını yitirmiş, nadir istisnalar dışında, aşırı oranda uygulanan tarama ve “tedavi” politikaları, bireyin sağlığına ve gelirine göz diker hale gelmiştir.

Sağlık reformu adı altında lanse edilen sistem ile hastaların hekime ve sağlık kurumuna erişme imkanı hiç kuşkusuz artmıştır. Aslında ulusal gibi lanse edilse de “Sağlıkta dönüşüm”,  global sağlık politikalarının doğrudan Türkiye’ye ithal edilmiş şeklidir.  Yılda her bir hastanın 3 kez hekime gidebildiği 2002 yılından bu yana bu sayı 8’e çıkmıştır. İlk bakışta olumlu gibi görünen bu değişim, aslında çok daha fazla tetkik ve tedavi şeklinde değerlendirilebilir. Yıllar içerisinde hekime ve kuruma başvuru, kamu hastanelerinde 2.5, üniversitelerde 3, özel hastanelerde ise 13 kat artmıştır. İleri teknolojik tanı araçlarının yarısından çoğunun özel sağlık kurumlarında bulunduğu hatırlandığında, durum daha iyi yorumlanabilir. En azından başlangıçta fark ödemeyen vatandaşların 5 yıldızlı otel konforundaki özel sağlık kurumlarında istediği zaman hekime ulaşabilmesinin dayanılmaz çekiciliği, gereksiz tanı ve tedavi gerçeğini gizlemiştir. Süreç içerisinde, devletin izniyle özel sağlık kurumlarının hastadan aldığı fark önce yüzde 30, sonra 70, 90 ve nihayet 200’e kadar çıkmıştır. Hiç kuşkusuz hastaya ayrılan süre de kaçınılmaz olarak sınırlanmıştır. Bugün kamuda bir hekimin günde muayene ettiği hasta sayısı ortalama 100-150, doğal olarak hekim tarafından bir hastaya ayrılan süre ise en fazla 5 dakikadır. Hekime ve kuruma başvuru sıklığının artmasına paralel olarak tüketilen ilaç sayısı da artmıştır. 2002’de yılda 750 milyon kutu ilaç tüketilirken şimdi bu rakam 1 milyar 900 milyon kutudur.

Özetle, global tıp endüstrisinin ekonomik ve politik gücü, batı toplumlarıyla paralel olarak ülkemiz tıp uygulamalarını da etkilemiş durumdadır. Bilimsel araştırmaların geri planında endüstrinin sponsorluğu, giderek artan boyutlara ulaşmıştır. Ülke yönetimleri, tıpta globalleşme ve modernleşme tuzağına düşmemeli, sağlık hizmeti alan bireyler “her şeyin çoğu iyidir” propagandasına kanmayacak bilinç düzeyinde olmalıdır. Sözel, yazılı ve görsel basının toplum sağlığını tehlikeye atacak politikaların sözcüsü konumunda olmaması önemlidir.

Sonuçta, önerilerimiz şu şekilde özetlenebilir:

Ülkelerin sağlığa ayrılan kaynakları, “erken tanı ve erken tedavi” adına teknolojik tarama ve liberal medikal ve cerrahi uygulamalarına değil koruyucu tıp, sağlıkta alt yapı yatırımları ve eğitime yönlendirilmelidir. Sağlık konusu, siyasetin popülist yaklaşımlarının dışına çıkarılarak uzun dönem ulusal sağlık politikalarını akılcı şekilde oluşturup uygulayacak siyaset üstü bir kuruma bırakılmalıdır. Toplumun kendi sağlık sorunlarının çözümünde inisiyatif alması, çözüm üretmesi ve kontrolü siyaset dışına çıkarması gereklidir. Sivil toplum kuruluşları, dernek, birlik ve vakıflar yetki ve sorumluluk alacak entelektüel ve kültürel birikime sahip bireylerden oluşmalıdır. Özel sağlık kuruluşlarının özellikle kar getirici hizmetlere, tarama testlerine ağırlık verilirken, ciddi hastalıkların bakımında gönülsüz davranmaları önlenmelidir. Devlet yönetiminin kamu hastanelerini tamamen özelleştirmeye açma hazırlıkları toplum önünde tartışmaya açılmalı, halk ve temsilcileri sağlıklarıyla ilgili konulara sahip çıkmalıdırlar. Sağlık profesyonelleri endüstrinin ve özel sektörün ucuz emeği konumundan çıkarılmalıdırlar.

Son Söz: “O kadar fazla test yapıyor, o kadar fazla tanı koyuyor ve o kadar abartılı oranda ve abartılı şekilde tedavi veriyoruz ki korkarım biz hekimler dahil, yakında toplumun tamamı hasta olacak…”