ATO’dan

Paylaş:

Gecikmeli de olsa yeniden merhaba,

Covid-19 pandemisi ile birlikte gündelik hayatımıza çok hızlı bir şekilde giren, çok sık olarak kullanılmaya başlanan ve aslında bir politik anlayışı temsil eden ‘’sosyal mesafe” söylemini ısrarla kullanmamaya özen gösteriyoruz. Damlacık yoluyla bulaşan Covid-19’da bilimsel olarak bulaşıcılığı azalttığı kabul edilen 1,5 - 2 m fiziksel mesafe kavramını kullanıyoruz.

Sosyal mesafe; sosyolojik bir kavramdır. Kavram, sosyolojide ilk olarak 19.yy sonu 20.yy başlarında özellikle Georg Simmel tarafından kullanılmıştır. Simmel sosyal mesafe kavramını en anlamlı olarak, “yabancı”larla olan ilişkiler konusunu ele aldığı çalışmasında tanımlamıştır. “Yabancı” kavramıyla; azınlık grupları, marjinal grupları, ‘anormal’ kabul edilen kişileri, göçmenleri, vb bir toplumun “içinde” olsalar da, bir yandan da çeşitli biçimlerde “çoğunluk” tarafından dışlanan grup ve kişileri kastetmiştir.¹

Sosyal ve ekonomik bakımdan aynı seviyede olan sınıfların, aynı tabakaya mensup oldukları kabul edilir. O halde sosyal tabaka kavramı yorumlu olarak, ‘sosyal sınıf’ ve ‘mesafe’ kavramını da içerir. Sınıflar arasındaki mesafe, coğrafi ve fiziki bir mesafe olmayıp sosyal bir anlam taşımaktadır. Fiziki bakımdan birbirine çok yakın iki kişi örneğin, mağaza sahibi ile tezgahtarı, sosyal bakımdan birbirine çok uzaktır. Buna karşılık birbirinden çok uzakta, iki şehirde yaşayan iki tüccarın sosyal bakımdan yan yana olduklarını söyleyebiliriz.²

16-17 Ağustos tarihinde gerçekleştirdiğimiz seçimli genel kuruldan sonraki ilk Hekim Postasını gecikmeli ve ne yazık ki dijital olarak yayınlamak zorunda kalıyoruz. Bu durumun bir ‘’sosyal mesafe’’ olmadığını, fiziksel mesafemizi koruyarak, birbirimizin sağlığı ve esenliği için kararlaştırdığımızı vurgulamak istiyoruz. Bütün ülkede olduğu gibi Ankara’da da Covid-19 virüs salgınının hızla yayılmasından ötürü; dağıtım sırasında yaşanabilecek zorluklardan ve yine bir bulaş kaynağı olma endişesi nedeniyle Hekim Postası Yayın Kurulu ve ATO Yönetim Kurulu ortaklaşarak böyle bir karar almak zorunda kaldık. Bu kararın kısa süreli olacağı umudunu taşımak istiyoruz. 

Ancak gelinen noktada; genelde dünyanın hemen her yerinde özelde ise ülkemizde toplumun ve halkın sağlığı değil, politik ve ekonomik kaygılar ön planda tutulmaktadır. Salgınla mücadelede esas olan bulaş zincirini kırmaktan ziyade, bakım ve tedavi hizmetlerine sıkıştırılmış sağlık politikaları yürütülmektedir. 

Her kriz döneminde olduğu gibi iktidar ve yöneticiler, öncelikle krizin varlığını kabul etmez ve inkar ederler. Kriz görünür olduktan sonra ise toplumun geniş kesimlerinden öncelikle özveri sonra da sabır beklerler. Acil kamusal sağlık krizi olan pandemi esnasında; sağlık çalışanları önce alkışlanarak sonra güvencesiz bir ödeme şekli olan performansa dayalı ücretlendirme biçiminin artırılarak devam edeceği ile avutuldular. Ancak ya hiç ödeme yapılmadı ya da ödeme yapıldığında çok adaletsiz ve çalışma barışını bozacak şekilde yapıldı. Nihayet beklenen oldu; Sağlık Bakanlığı, pandemiyi sağlık çalışanları üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmaya başladı. Sağlık çalışanlarının anayasadan ve çalışma yasasından kaynaklı dinlenme, emeklilik ve istifa; kendi iradeleriyle kamudan ayrılma haklarını antidemokratik bir biçimde gasp etti. Her krizde olduğu gibi krizin bedelini; toplumun en geniş kesimini oluşturan emekçiler, yoksullar ve kırılgan gruplar ödemektedir. Evet; kamusal sağlık krizinde de krizin bedelini öncelikle sağlık emekçileri olmak üzere tüm   emekçi kesimler, yoksullar, kronik hastalığı olan riskli ve ileri yaştaki yurttaşlarımız ödemektedir. 

 Sağlık alanında yaşanan krizin doğası gereği bu süreçte sağlık çalışanları ve onların örgütlü temsilcileri olan sağlık meslek örgütleri söz söylemektedirler. Ancak, TTB ve Tabip Odaları krizle mücadelede halk sağlığını önceleyen, bilimsel yöntemlere uygun tedbirlerin alınması ve çözüm odaklı önerilerde bulunmalarına rağmen tehdit ve baskılarla karşılaşıyorlar. Tabip odaları kendi yerellerindeki aktivistlerinden aldıkları bilgiyi kamuoyu ile paylaştıklarında, gözaltına alınarak adli soruşturmalarla karşı karşıya kalıyorlar.  Salgın sürecinde hayatını kaybeden sağlık çalışanlarını, meslektaşlarını anmaya bile izin verilmemekte, gözaltı ve fiziksel şiddetle karşılaşmaktadırlar. Velhasıl pandemi kullanışlı bir nesne olarak kamu otoritesi tarafından gerektiğinde toplumun tüm muhalif kesimleri üzerinde olduğu gibi, sağlık meslek ve emek örgütleri üzerinde de bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Ankara İSİG Meclisi ile birlikte Ekim ayında AÜTF İbni Sina Hastanesi bahçesinde hayatını kaybeden sağlık çalışanları için yapmaya çalıştığımız basın açıklaması, kolluk kuvvetleri tarafından pandemi bahane edilerek şiddet ve gözaltı uygulanarak engellendi. 

Sağlık iş kolunda yaşanan şiddet hız kesmeden, Covid-19 salgını süresince de devam ediyor. Keçiören Eğitim Araştırma Hastanesinde yaşanan linç girişimine karşı sağlık emekçileri kendilerini yoğun bakım ünitesine kapatarak korudular. Bu linç girişimi Ankara Valiliği tarafından sağlık çalışanları ve hasta yakınları arasında yaşanan tatsız olay olarak adlandırıldı! Yine çok kısa süre sonra AÜTF çocuk yoğun bakımındaki sağlık emekçileri aynı nitelikte şiddet olayı ile karşı karşıya kaldılar. Şanlıurfa’da Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Covid servisinde sağlık emekçilerine yönelik şiddet olayına karışan hastane başhekiminin yakınları hakkında hukuki süreç başlatılmaz iken, olayın takipçisi olan tabip odası yöneticileri hakkında hastane başhekiminin savcılığa şikayeti üzerine hukuki süreç başlatılmıştır. Kamu otoritesi, siyasiler ve sağlık idarecileri, pandemi sürecinde de sağlık çalışanlarını hedef gösterdiler, itibarsızlaştırarak yaşanan şiddetin önemli nedeni oldular. Şiddet, sağlık çalışanları üzerinde bir baskı kontrol aracı olarak kullanılmaya devam edilmektedir. Tabi ki sağlık alanında yaşanan şiddetin ülkenin içinde bulunduğu politik ve kültürel ortamdan kaynaklı yapısal şiddetten ve cezasızlık uygulamalarından azade olmadığının farkındayız.

Salgınla mücadelede toplum sağlığı önceliğimizdir, ‘’ulusal çıkar’’dan anladığımız ise halk sağlığını yani; ülkede yaşayan herkesin sağlığını ve sosyoekonomik haklarını korumaktır.

11 Mart 2020’de ilk resmi vaka açıklandıktan sonra bıkmadan ve usanmadan her mecrada dile getirdiğimiz önerileri, tarihe not düşmek açısından bir kez daha Hekim Postası aracılığı ile kamu otoritesine ve meslektaşlarımıza duyurmak istiyoruz.

Sürecin yönetilmesinde yerel ve merkezi düzeyde mutlaka bizler olmalıyız. Toplum katılımını sağlamak için sağlık meslek örgütlerinin, uzmanlık derneklerinin, yerel yönetimlerin katılımını ve karar süreçlerinde etkin olmalarını önemsiyor ve öneriyoruz. Sürecin sağlıklı yürütülebilmesi için şeffaf olunmalı, tüm veriler kamuoyuna açıklanmalıdır. Salgınla mücadele epidemiyolojik yöntemlere göre yapılmalıdır. Temel amaç bulaş kaynağına ulaşarak yayılımı engellemek olmalıdır. Bunun için salgınla mücadele alanlarda, mahallerde ve çalışma alanlarında yapılmalıdır. Birinci basamak sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi ve etkinliğinin arttırılması gerekmektedir.   Dolayısı ile teması olanlara mutlaka temastan sonra uygun zaman diliminde (5-7 gün) tekrarlanan testler yapılmalıdır. Temaslılar mutlaka karantinaya alınmalı ve çalışma alanlarından uzaklaştırılmalıdır. Enfekte vakalar izolasyona alınmalı; ev ortamı uygun olmayan hastalar, hane halkını korumak ve ev içi bulaşın önüne geçmek için kamuya ait dinlenme tesisleri, yurt ve pansiyonlarda, koşullar uygun hale getirilerek, sağlık çalışanlarının kontrolünde izole edilmelidirler. Ülkedeki sağlık altyapısının fiziksel ve sağlık emek gücünün korunması, rutin sağlık hizmetlerinin de süreç boyunca aksamadan devam etmesi sağlanmalıdır.  

 

1 Bilim Teknoloji Dergisi Doç. Dr. Nedim Karakayalı ile röportaj

2 Sosyolojiye Giriş 2 Ahmet Ağı