Bir bardak çay hesabı
Yazı: Sibel Durak
Çizim: Erhan Muratoğlu
Bu yazıyı bir bardak çay eşliğinde okuyun. Nerden çıktı demeyin zira bu satırlar kahvenin yanında hatırı sayılmayan çay hesabına yazıldı. Hesap kabarık. Malum hayat pahalı diyorlar da o pahalılık başlamadan çok evveldi bir bardak çaya fahiş fiyat biçilmesi. Bir demlik çayın maliyeti nedir ki mantar gibi biten simit saraylarında en az 3 TL, adı sanı bilinir pastanelerde 4-5 TL olsun bardağı. Üç bardak içip yarım kilo çay hesabı ödeyince elbet ağız tadı kalmaz elbet hatır matır sayılmaz. Alt tarafı çay küçümsemeleri gelir ardı sıra.
Konu nereye varacak derseniz bu küçümsemelere karşı çay güzellemesi yapmayacağım. Uzayan sözü daha da uzatmamak için kaçan ilmeği yakalar gibi eski zamanlara bağlayacağım cümleyi.
“Bizim zamanımızda böyle miydi?”
İçinde geçmiş özlemi kadar gençlik kıskançlığı barındırdığını düşünürüm bu cümlenin ama şimdi sırası değil, şimdi çay saati.
“Bizim zamanımızda şimdiki hesapla bardağı 50 kuruştan hadi bilemedin 1 liradan içerdik çayı” Madem eski defterler açıldı tarih de vereyim. Tarih 90’ların ortası.
Lise öğrencisiyiz. Her şey çok güzel olmasa da güzel günlerin geleceğine dair en azından umutluyuz. Tek derdimiz üniversiteye kapak atmak. Okul çıkışları Çamlıca Mahallesinden binip 220’ye koşuyoruz dershaneye sonradan kadim dostlara dönüşecek bir grup arkadaş. Koşturduğumuz Mithatpaşa Caddesi -fuzuli bir bilgi olarak kalsın akıllarda Menderes zamanında almış bu ismi, öncesinde İsmetpaşa Caddesi imiş adı.- Kente sanki uzay üssü açıyormuş gibi açılmıştı Mithatpaşa’daki yürüyen merdivenler. Bir başka fuzuli bilgi -Türkiye’de ilk defa yürüyen merdivenli olarak yapılan bu yaya üst geçidi 29 Ekim 1996 tarihinde Ankaralıların hizmetine sunulmuştur. Hayırlı olsun.- yazılı bir levha var hala köprünün üstünde. İlk yıllarda evet köprünün inişli çıkışlı dört merdiveni çalışıyordu ama sonradan sonraya ne hepsinin aynı anda çalıştığını ne de köprüyü kullananları gören olmadı.
İşte o günler, Mithatpaşa şehirle aramızdaki sınırımız. Adakale, Ataç, Sağlık ve Halk Sokak… Merkezi çeperinden tanıyanlardandık.
O sokaklarda geliş gidişlerimizde Kızılay binasından sola dönünce Ataç 1’de terzi ile bakkal Ali abinin dükkanları arasında küçücük bir yer çarpardı gözümüze: Adı Yakamoz Çayevi. Bir de elinde çay tepsisi ile genç bir kadın: Adı Devrim. Görürdük ama içeri girmeye cesaret edemezdik. Bir gün ilk hangimiz cesaret etti gitti bilmiyorum eski zaman ya hatırlaması güç. Birimiz gitti peşinden hepimiz… Sonra bir daha gittik ve bir daha derken müdavim olarak çıktık.
Metrekare hesabı yapılsa altlı üstlü onar metrekareyi bulmayacak bir alandı. Duvarlar baştan başa hasır kaplı. Duvar diplerinde üçer masa ve iskemleler. Müdavimler Mülkiye ve Hukuk öğrencileri ve ağırlıklı Tuzluçayır ahalisi… Biz hariç herkes bir yerlerden tanıştı. Tanış olmayanları da dar alan tanıştırırdı. Çoğu zaman kalabalığa masa yetişmez, ortak kullanılan masanın etrafında illa ki herkes sohbetin içinde bulurdu kendini. Fonda Grup Yorum ve Kızılırmak ezgileri beraberinde zar sesleri…
Dik ve dar merdivenden aşağı inilirdi. O merdivenleri bir Devrim hoplaya zıplaya iner çıkardı. Çoğu zaman elinde bir tepsi dolusu çayla.
Aşağı katta bir sedir ve karşısında mutfak tezgahı. Merdiven altında ise küçücük bir tuvalet. Bu kısım Devrim’in özel yeriydi. Ancak çok sevdiği insanlar burada oturabilirdi. Coşkun ve Erdinç -ki Erdinç’in saz çalışı karşısında Musa Eroğlu’nun elindeki sazı bıraktığı anlatılırdı- imtiyazlı kişilerdi. Sahne öncesi gelip provalarını burada yaparlardı. Devrim’in keyfi yerindeyse bizim de aşağı inip dinlememize izin çıkardı.
Yakomoz bizim için bir sığınaktı. Paramız mı çıkışmadı, Devrim, borca yazar, içinden gelir çay ve tost ısmarlar.
Her şeye rağmen Devrim’den çekinirdik. Onu kızdırmamaya azami özen gösterirdik. İyiliğine iyiydi çok iyiydi ama tersi de bir o kadar tersti. Erkek arkadaşların muhabbetinin ölçüsü mü kaçtı, çok oturduk ders mi kaçtı kalk emri ayağıyla iskemleye vurur artık gitmemiz gerektiğini hatırlatırdı. Bunu bize çoğu zaman ablalığından yapardı. Ama bir de gözünün tutmadığı tiplere yaptıkları vardı. İstemezdi öylelerini mekanında. Ezkaza geldi diyelim, bardağı masaya öyle bir çarpardı ki, o kişi o çayı nasıl içtiğini, nasıl kalkıp gittiğini kendi bile bilmezdi.
Liseliydik üniversiteli olduk Yakamozlu yıllarda. Mezuniyetimize şahit olamadı ama. Bir vakit geldi Devrim artık tek başına idare edemeyeceğine karar verince kapadı kapıları. O küçük dükkan Yakamoz sonrası sucu oldu tutmadı, tüpçü oldu tutmadı. Hala öyle durur kapıları kapalı.
Biz çayı Yakamoz’da içerdik ama o yıllarda Yakamoz şehirde tek değildi. Yakamoza ihanet gibi olurdu buralara gidişlerimiz. Müdavimliğe eremedik bu yüzden ama şöyle bir oturmamazlık da etmedik. Sakarya caddesinde ilk ya da ikinci sokakta çekirdeği bir apartmanın içine saklı bir mekan vardı. Bulmak için sokak adı bilmeye ne hacet, hangi apartmanın önünde iskemle ve masalar varsa orasıydı Cem Çayevi. Oranın da bir abisi vardı: Cem abi. Dışarda Yakamozdan daha kalabalık bir kitle. Apartmanın içindeyse Yakamozdan daha küçük bir kapalı alan. Fonda aynı protest müzikler. Aynı zar sesleri ile aynı tatlı muhabbet…
Eş zamanlarda Konur’da şimdiki Taş Fırının arkasında Ezgi Çayevi Ankara’nın en aykırı simalarının toplanma yeriydi. Buranın da ağabeyleri Hakan ve Turgut kardeşlerdi. İç mekan dardı ama bahçe, duvar boyunca yer alan sedirler ve ortaya atılan masalarla hayli kalabalık bir kitleyi misafir edecek genişlikteydi. Kedi sevmek gerekirdi burada. Oturmuş beklerken davetsiz bir misafir kucağınıza ilişir, emir büyük yerden gelir, Hakan abinin “sevgi istiyor sev onu” sözü üzerine sonrasında kabar kabar olacağınızı bilmenize rağmen sevmek zorunda kalırdınız o kediyi. Hala aynı yerde Ezgi Cafe diye bir yer var ama ne gelenler bizim çocuklar, ne işletenler bizim abiler…
Her biri kendi müdavimlerini yaratan bu yerlerden biri de Filiz Çayeviydi. Biz gitmedik ama gidenler çoktu etrafımızda.Sonradan bu kervana bir de Maviş eklendi. Kapanıp giden çay ocaklarının yerini doldurdu uzunca bir zaman, öncesinde kafe sonrasında simitçi gibi bir yer olup o havayı kaybedene dek. İsmi unutulsa da yeri unutulmayanlar var bir de Sakarya’da yerinde yeller esen kitapçılar çarşısının girişindeki çayocağı gibi.
90’ların ruhundandı belki. Bu yerler hiçbir zaman öylesine yerler olmadı. Üçün beşin hesabını yapmazdı kimse. Ne ablalar, abiler esnaf, ne gidenler müşteriydi. Ulaşılabilirliğin güç olduğu o yıllarda buluşma mekanlarımızdı. Bekleyenimiz bizi orda beklerdi, bizse onları hiç bekletmezdik. Birine haber mi bırakılacak, birinden haber mi alınacak gidip sormak yeterdi: "Bizim çocuklar geldi mi?”
Bunların ne demek olduğunu bilmeden sırf iyi kazandırıyor diye işi ticarete çevirenler çıktı sonra. Yarı kahvehane yarı çayevi tarzında yerler açıldı birbiri ardına. Dışardan bakınca çayeviydi. Aynı yuvarlak masalar ve iskemleler. Ama olamazdı. Oturduğunuz an başınıza elinde tepsiyle ilişen garson, çayı bıraktığı an parayı beklerken. Çay bitti mi boşuna ne oturuyorsun dercesine ikinci çayı dayarken. Demek ki değişti ki zamanın ruhu, bunu istiyor ki insanlar o yıllardan bu yana onlar hala ayakta.
Eski zamanları öveceğim ya illa ki. Bizim için başkaydı işte o günler. Şimdi sitem etmesem olmaz “Ah be zaman sezdirmeden geçip giderken, bizim çocuklar burada mı diye soracağımız kimimiz kaldı. Hadi tamam gençlik illa gidecek ondan geçtik de bari muhabbetimiz bu yaşa sarksaydı. Memnun musun yaptığından meydan hal bilmez hatır sormazlara kaldı.”
Canı sokak manzarası eşliğinde bir bardak çay içmek isteyene not: Tam yerini tutmasa da Sakarya Caddesinde Babacan ya da İzmir Caddesinde, Dem Çayevi bu yoklukta iş görür.