Bir Soygun Biçimi Olarak Şehir Hastaneleri

Paylaş:

Dr. Ayşe Uğurlu

ATO Yönetim Kurulu Üyesi

Bu yazıda rakamlardan değil Şehir Hastanelerinin yaratmış olduğu fiili durumdan bahsetmek istiyorum. Şehir Hastaneleri adı konulmamış olsa da bir özelleştirme biçimidir. Tam olarak ne olduğunu söylersek kamu kaynaklarının bir şekliyle yerli ve yabancı özel sektöre transfer edilme yöntemidir. İktidarların sermaye sınıfına kaynak aktarmasının yolu olarak, kamu kaynaklarının yetersizliğini gerekçe göstererek özellikle sağlık, ulaştırma, elektrik ve eğitim gibi sektörler üzerinden uygulanmaktadır. Özetle halka ait paranın kamu eliyle sermayeye peşkeş çekilmesidir.

Aslında 12 Eylül 1980 sonrası Özal iktidarından günümüze, hayatımıza giren neoliberal politikalarla yap-işlet devret modeline alıştırılmıştık. Şehir Hastaneleri bu modelin bir  versiyonu olup  yap-kirala-devret olarak hayatımıza girmiş durumda.

Nasıl organize ediliyor bu işler. İnşaat firmaları Şehir Hastanelerini hazine tarafından bedelsiz olarak tahsis edilen araziler üzerine yapıyor. Para-kredi dışarıdan sağlanıyor, nasıl sağlanıyor; uluslararası şirketler, fonlar, bankalar aracılığıyla. Zaten hazine bu kredilere baştan garanti veriyor. Arazinin yollarını, alt yapısını bedelsiz olarak kamu yapıyor. Yani şirket sadece finansman sağlıyor. İnşaat firmaları yaptıkları bu binaları Sağlık Bakanlığına kiraya veriyor. Burada önemli bir nokta var. 4 yıllık kira bedeli ile yapılan binanın maliyeti karşılanıyor olduğu halde Sağlık Bakanlığı 25 yıl kira ödedikten sonra ancak bu binaların sahibi olabiliyor. Üstelik bu şirketlere kamu bir iyilik daha yapıyor. Hastanenin bir kısım tıbbi hizmetleri ile destek hizmetlerinin tamamı da şirket tarafından yürütülüyor. Gelir getiren laboratuvar hizmetleri, görüntüleme hizmetleri, nükleer tıp, fizik tedavi, rehabilitasyon hizmetlerinin tamamının bedeli döner sermayeden karşılanmak üzere şirket tarafından karşılanıyor. Şirket bu hizmetleri alt taşeronlara devrediyor. Kira bedeli dışında, bu hizmetler için de hazine tarafından garanti verilmiş durumda. Hasta gelse de gelmese de aradaki farkı genel bütçe karşılamak zorunda. Yani bu fark bizlerin cebinden çıkıyor.

Dış finansman ile ilgili de birkaç cümle kurmamız gerekiyor. Uluslararası finans kurumları; önceleri Türkiye’nin politik risk taşıyan bir ülke olduğu ve buraya yatırım yapmanın riskli olduğu düşüncesi ile bu projelere para yatırmak istemediler. Uluslararası tahkim kurulunun yetkili olmasını istediler. Bu projelerde alınan borçlar, üstlenilen finansal riskler, harcanan paralar devlet garantisi altında olduğu halde yapılan iş genel bütçeye değil şirketlerin bilançosuna yazılıyor. Böylece sanki devletten para çıkmayacak gibi gösterilip bütçe açığına ve kamu borçlarına bunlar dahil edilmiyor. Yani bütçe açığı, kamunun dış ve iç borç stoku şu anda gösterilenden daha fazla durumda ne yazık ki.

Şirketler yatırım için gerekli kaynağa sahip değiller. Bu durumda hazine şirketlerin bu borçlarına kefil oluyor, hatta yabancılar güvenip vermez diye kamu bankaları dahi devreye sokuluyor. Ve hatta yapılan tüm işlerde, tıpkı otoyol ve köprülerde olduğu gibi, şirketlere gelir garantisi taahhüt ediliyor. Yani soygunun katmerlisi.

Şehir Hastaneleri modeliyle Türkiye’de mevcut yatak sayısında bir artış öngörülmüyor.   Mevcut yatak sayısının yaklaşık dörtte biri bu modele tahsis edilmiş durumda. Şehir Hastanesi yapılan kentlerde mevcut hastaneler kapatılarak şehrin dışında entegre sağlık kampüsleri açılıyor. Şehir hastanelerinde hedeflenen yatak sayısını tutturabilmek adına mevcut olan hastaneler kapatılıyor.

Sağlık Bakanlığının kiracı olduğu ama formel olarak Sağlık Bakanlığı Hastanesi olan bir hastane gibi ilginç bir durum söz konusu. Tıbbi ve destek hizmetlerinin şirketlerin elinde olduğu, onların da işin çoğunu taşeron ve alt taşeron firmalara verdiği bir sistem. Sağlık Bakanlığı yönetiyormuş gibi görünmesine rağmen özel sektörün yönettiği bir hastane biçimi var. Bu durum ayrıca bir yönetim karmaşası da yaratıyor ve yaratacak.

Oluşturulan döner sermaye havuzundan öncelikle yıllık kira ve hizmet bedelleri, kalırsa çalışanların ek ödemeleri ödeniyor. Bu durum zaman içersinde personel azaltması yoluna gidilmesine daha sonra da esnek, güvencesiz, emek sömürüsüne son derece açık değişik istihdam modelleri ortaya çıkmasına yol açacak ne yazık ki…

Şehir Hastaneleri modelini ilk uygulayan ülkelerden biri olan İngiltere bu modelden vazgeçmiş olmasına rağmen biz hızlı bir şekilde Şehir Hastaneleri ile donatılıyoruz.

Küresel ölçekte 600 yatak sayısının üzerindeki hastanelerin sağlık hizmeti sunumunda etkin olmadığını söyleyen birçok kaynak var. Hastaneye erişim, hastane içi erişim, sağlık emek gücü üzerinden oluşan sorunlar, hastanın bir meta/müşteri olarak değerlendirilmesi, koruyucu yerine tedavi edici hizmeti önceleyen sağlık hizmeti sunumu gibi saymakla bitmeyecek birçok sorun şehir hastaneleri ile ortaya çıktı ve kapatılmadıkları müddetçe de bu sorunlar devam edecek.

Bizler ise inat ve kararlılıkla Şehir Hastanelerinin bir soygun biçimi olduğunu anlatmaya devam edeceğiz. Bu büyük yanlıştan dönüleceği umudunu her daim koruyacağız.