Cadı Avı

Paylaş:

Av. Ender Büyükçulha

ATO Hukuk Bürosu

İnsanlık tarihi, insan olmanın erdeminden ve değerlerinden hayli uzaklaşıldığı nice karanlık, acı olaylarla dolu. Edebiyata ve hatta sinemaya da sıkça konu olan “Salem cadı avı” da, bunlardan biridir. 1692 yılında, o vakit henüz İngiliz sömürgesi olan Kuzey Amerika’nın Salem Kasabası’nda, üç genç kızın cadılık suçlamalarıyla başlayan ve onlarca kişinin idam edildiği yada işkence sonucu yaşamını yitirdiği büyük bir insanlık trajedisidir yaşanan.

Öteden beri daha çok toplumsal psikolojinin ilgisini çekse de; aslında hukuk disiplini açısından da önemli bir inceleme konusudur Salem olayı. Nitekim çağdaş insan hakları ve hukuk devleti düşüncesinin, insanlık için ne büyük bir nimet olduğunu hatırlamaya, hatırlatmaya sıklıkla vesile olmuştur. Salem’de yaşananların gerçek nedenlerine indiğinizde ise; yörenin seçkin egemen aktörlerinin, ahlaki normlarına ve toplumsal yaşayışlarına tehdit olarak algıladıkları kişileri cadılıkla suçlayarak yargıladığını, otoritelerine mutlak anlamda biat edecek bir korku toplumunu yaratmayı da amaçladığını görürsünüz.

Bu yazı da, başka ancak güncel bir “cadı avı”nı anlatma amacını taşıyor.

Kanımca yine benzer saiklerle yaşama geçirilen bu yeni “cadı avı”; bu defa şimdiki zamanda ve ülkemizde, pervasızca yaşanıyor, yaşatılıyor. Tıp eğitimi bitiren genç hekimler; keyfiyetle gerçekleştirilen güvenlik soruşturmaları sonucunda damgalanıp, meslek icrasından yada uzmanlık eğitimlerinden mahrum bırakılıyor. Kolluğun elde ettiği sözde istihbarat bilgileri, Sağlık Bakanlığı yada üniversitelerde kurulmuş “değerlendirme komisyonları” tarafından sözde değerlendirilip, aslında üç yüzyıl önce Salem’de karşılaştığımız aynı tablo resmediliyor.

Haksızlık ettiğimi, sırf yazıdaki tezlerimi çarpıcı kılmak adına yersiz bir benzetmeye gittiğimi mi düşünüyorsunuz? O halde gelin somut olgular konuşsun.

Örneğin; hali hazırda memur olan bir babanın, hali hazırda yasal statüsü bulunan bir memur sendikası tarafından düzenlenmiş bir eyleme katılması; bir genç hekimimiz hakkında kolluk birimleri tarafından sunulan istihbarat notunun içeriğidir. İşte Sağlık Bakanlığı’nın değerlendirme komisyonu da, bu durumu sakıncalı bularak, genç hekimimizin kamuda meslek icrasına olur vermemiştir. Ancak böylelikle ortaya çıkan tuhaf tablo ise; memur babasının bir memur eylemine katılmasından dolayı memur olamayan bir hekimdir !

Ama haksızlık yapmayalım, aynı istihbarat notuna bu genç hekimimizin, “yasadışı sol örgütün mensubu kişilerce düzenlenmiş eylem ve etkinliklere katılan şahıslar arasında yer aldığı” bilgisi de eklenmiş. Peki hekimimiz; hangi eylem ve etkinliğe katılmış? O eylem ve etkinlik nerede ne zaman düzenlemiş? Kimler düzenlemiş? Bu eylem ve etkinliğe katılan hekimimiz yada başkaları hakkında bir adli soruşturma açılmış mı? Ceza yada başkaca bir yaptırım tesis edilmiş mi? Kolluk birimleri bütün bu hususlarda hiçbir somut bilgi, kanıt sunmamış ve doğrusu hepimizi büyük bir merak içinde bırakmış durumdalar. Ancak, kamusal görev ve sorumlulukları gereği bu hususları asıl merak etmesi, sorup soruşturması gereken komisyon üyeleri ise, asıl onlar bütün bunları hiç merak etmemiş ki; böylesi muğlak, soyut bir ifadeden yola çıkıp, hekimlik kapısını kapatıvermişler.

Değinilen “yasadışı sol örgütün mensubu kişilerce düzenlenmiş eylem ve etkinliklere katılan şahıslar arasında yer alma” ifadesi, aslında birçok genç hekimimizin istihbarat notunda yer almakta ve sanki sihirli bir cümle gibi, kimin hakkında yazıldıysa, o kişinin meslek hayatını bitirivermekte. Bir diğer genç hekimimiz için de aynı ifadeyi yazmışlar ancak bu sefer, “yasadışı sol örgüt”ün adını da ayrıca belirtmişler ki; adı yazılan o örgüt ise, 1972 yılında varlığı sona ermiş olan geçmişe ait bir siyasi yapıdır. Hekimimiz ise, 1989 doğumlu. O halde sonuç; ya bu örgütün mensupları bir zaman makinası icat etti, geçmişten bu güne gelip eylem düzenliyorlar; ya da hekimimiz yaşını gizliyor.

Nitekim bu tutarsızlığı fark etmiş olacak ki mahkeme, söz konusu “eylem ve etkinlik nedir?” diye sormuş emniyete. Gelen yanıtla ortaya çıkan gerçek ise; Özgecan Aslan cinayetini kınamak için Ankara’daki üniversiteli kadınlar tarafından düzenlenen bir basın açıklaması. İşte bu nedenle, kendisi de genç bir kadın olan hekimimiz, kazandığı uzmanlık eğitimine kabul edilmemiş ve ilgili üniversite bünyesinde oluşturulan komisyonca eğitim hakkı elinden alınmıştır.

Aynı genç kadın hekimimiz, mecburi hizmet yükümlüsü olarak Sağlık Bakanlığı tarafından da bir atamaya ve dolayısıyla yine bir güvenlik soruşturmasına tabi tutuldu ve yine sonucunun olumsuz geldiği gerekçesiyle kabul edilmedi. Nede olsa aynı istihbarat bilgisi bakanlığa da verilmiştir, değil mi? Oysa gördük ki, kolluk birimleri fikir değiştirmişler ve yeni istihbarat notunda; geçmişte hekimimizin iki yasal siyasi partinin etkinliklerine katılmış olduğunu ifade etmişler. Sol yelpazede yer alan bu iki parti, hukuki statüye sahip ve ilgili birimlerde usulünce kayıtları mevcut; nitekim seçimlere girmekteler, belediye başkanı, milletvekili de çıkarmışlar. O halde devletin kolluğunun olaya bakışı şudur; bu siyasi parti yarın iktidar olabilir, o partinin genel başkanı Cumhurbaşkanı, bir diğer mensubu da -üstelik kolluğun en üst amiri olarak- içişleri bakanı da olabilir; ancak o partinin etkinliklerine katılmış biri bu devletin memuru olamaz! Görülen o ki, “yasadışı sol örgüt ile ilişki”, giderek “yasal sol siyasi parti ile ilişki”ye evrilmekte ve aslında artık yalnızca “solcudur” yazsalar, kafi olacak gibi.

Ancak aynı genç hekimimizin bu ikinci istihbarat notuna bir ekleme daha yapılmış ve kendisi gibi genç bir hekim olan erkek kardeşinin, yine “yasadışı sol örgütün mensubu kişilerce düzenlenmiş eylem ve etkinliklere katılan şahıslar arasında yer aldığı” bilgisi de sunulmuş. Nitekim erkek kardeş de sakıncalı bulunmuş ve ataması yapılmamış. Ancak; ablasını da yakan o erkek kardeş, bu gerçek dışı bilgi ve işleme karşı bakanlığa dava açıp kazanmış, kamuda hekim olarak göreve başlamış. O halde durum şudur; erkek kardeşi yüzünden sakıncalı bulunan genç kadın hekimimiz bakanlık tarafından kamuya alınmıyor, ama buna neden olan erkek kardeş kendiyle ilgili işleme dava açıp kazanıyor ve halen kamuda hekimlik yapıyor! Dost sohbetlerinde falan, ortamı neşelendirmek isterseniz eğer, fıkra olarak anlatın bunu.

Bir diğer genç hekimimiz hakkındaki istihbarat notu ise, doğrudan “Milli İstihbarat Teşkilatı”ndan geldi. Doğrusu casusluk filmlerinde geçen “Bu bilgiyi seninle paylaşırsam seni öldürmem gerekir” durumu aklımıza gelmedi değil. Açtığımız davalar vesilesi ile içeriğini öğrenme şansını ancak bulduğumuz istihbarat notuna, bu dosyada zorlukla ulaşabildik. Mahkeme kalemindeki memur, üzerinde kocaman kırmızı harflerle “GİZLİDİR” yazan MİT belgesini uzatırken, elleri titriyordu. Gördük ki MİT de, aynı sihirli cümleyi kurmuş ve hekimimizin öğrencilik yıllarında, bir yasadışı örgütün düzenlediği pikniğe, ayrıca bir başka yasadışı örgütün düzenlediği eyleme katıldığını belirtmiş. Belli ki o yıllarda, hangi yasadışı örgütü seçeceği noktasında kararsızlık yaşayan hekimimizin bu ruh hali, MİT’in gözünden kaçmamış!

Mahkeme, öncelikle ilgili savcılık makamından somut bilgi istedi ve savcılık dedi ki, bizim böyle bir bilgimiz yok. Nasıl bir cesaret geldiyse artık mahkemeye, bu sefer de MİT’e yazdı; elinizde bu istihbaratı destekleyen somut bilgi, belge, kanıt var mı? Ve MİT dedi ki mahkemeye, yine kocaman kırmızı harflerle üzerinde “GİZLİDİR” yazan cevabi yazısında; “Sana ne ?” !!! Bunu daha kibar ve resmi dilden söylediler tabi ki, ama özü budur. Peki ne yapacak şimdi mahkeme?

Nitekim üç yüzyıl önce Salem’de de böyle olmuş. Bir papazın kızı olan Betty Paris, kimi suçlarsa; o kişi cadı olarak damgalanıp, cezalandırılmış. Hiç kimsenin aklına; Betty yada diğer kızlar Abigail Williams ve Ann Putman’a; “Peki nereden biliyorsun, neye dayanıyorsun?” demek gelmemiş. Ne zamanki kızların suçlamaları, belli ki kontrol edilir ve yönlendirilir olmaktan çıkıp, toplumun kimi nüfuzlu kişilerine, hatta onlarca insanı cadı diye ölüme mahkum eden mahkeme yargıcının eşine de uzanınca, ancak o vakit müdahale edilebilmiş. Üst mahkemelerce yeniden ele alınan davalar düşürülmüş, henüz ölüm cezası infaz edilmemiş kişiler hapisten salıverilmiş. Suçlamaları yapan kızlar ise, uzun yıllar sonra yalan söylediklerini itiraf etmişler.

Bir daha böyle bir trajedi yaşanmasın diye de; öncelikle hukukçular, kimi kodlar geliştirmişler ve insanlık için arzu edilen bir toplumsal düzeninin ve de böylesi bir düzenin yapıtaşı olacak çağdaş bir hukuki yapının, vazgeçilmezi kılmışlar. Bunlar arasında “masumiyet karinesi”, “suçta ve cezada kanunilik ilkesi”, “şahsilik ilkesi”, “hukuki güvenlik hakkı” ve “yaptırımda ölçülülük/orantılılık” gibi ilke ve kurallar yer almaktadır. Bütün bunlar, bir toplumun uygarlık seviyesini tespite yönelik somut bilimsel veriler olarak da bir işleve ve değere sahiptir. Ancak, bu günkü cadı avı da; bütün bu ilke ve kuralları yok sayan, idarenin keyfiyeti karşısında bireyi ve toplumu güvencesiz kılan, son derece kaygı verici bir akıl ve vicdan tutulmasını yaratmaktadır. Gencecik insanların geleceği, hayalleri; birkaç istihbarat memurunun ve bürokratın insafına terk edilmiş durumdadır.

Oysa ilgili mevzuat dahi, idari makamların anılan keyfiyetine, öncelikle amaç ve kapsam yönünden bir sınır da çiziyor. Nitekim, güvenlik soruşturmasının; yetkili olmayan kişilerin bilgi sahibi olmaları halinde devlet güvenliğinin zarar görebileceği veya tehlikeye düşebileceği bilgi ve belgelerin bulunduğu “gizlilik dereceli birimler”de çalıştırılacak personel hakkında yapılması bekleniyor. Diğer bir ifade ile, bir tıp hekimi nezdinde böylesi bir uygulamanın yapılmasında kamusal fayda olmadığı, peşinen kabul olunuyor. Ancak, idareye verilen yetkinin, ölçüsüz ve denetimsiz bir biçimde, ağır bir keyfiyetle kullanılması işe karışınca; gerçekte bir “cadı avı” olayı yeniden tarih sahnesine çıkıyor. Ne yazık ki yargısal denetim de, beklenen güvenceyi sağlayamıyor. Nitekim geçmişte; istihbari bilgilere tek başına geçerlilik tanımayan, kişi aleyhinde somut olguların ve yargı kararlarının varlığını da ayrıca arayan mahkemeler; şimdi kararlarında aynı cesareti gösteremiyor.

Ve bu nedenle, Türkiye İstatistik Kurumu verileri, geride kalan 2018 yılında 253 bin 640 kişinin, üstelik bir önceki yıla göre yüzde 42 oranında bir artışla, Türkiye’den yabancı ülkelere göç ettiğini ortaya koyuyor. Üstelik bu göç, bilinen ifadesi ile bir “beyin göçü” niteliğini taşıyor ve çoğunluğu yüksek eğitim görmüş, bilimsel ve mesleki vasfı bulunan insanlarımız; kitleler halinde ülkeyi terk ediyorlar. Bu göç, o denli şaşırtıcı bir boyut kazanmış ki, New York Times Gazetesi dahi bu konuyu haberleştirme ihtiyacı duyup, “Varlıklı ve yetenekli Türkler, kitleler halinde ülkeyi terk ediyor!” manşetini atıyor. “Varlıklılar”ı bilemem ama “yetenekli Türkler” içinde bizim çocuklar da var. Nitekim, bir kısmının özgün öykülerini burada paylaştığımız genç hekimlerimiz, mesleklerini yapıp geçimlerini dahi sağlayamadıkları bu durum karşısında, göç kervanına katılmaktan başka bir seçenek göremiyor.

Koca bir ülke, bir uçtan bir uca, 1692 yılındaki Salem Kasabası’na dönüştürülürken; her biri ülkemizin değeri ve geleceği olan gençlerimiz, yurtdışında bir maceraya zorlanırken; yarınlara iyimser bakabilmemiz mümkün mü?

Demiştik ya; insanlık tarihi, insan olmanın erdeminden ve değerlerinden hayli uzaklaşıldığı nice karanlık, acı olayla doludur. Dün Salem’de, şimdi Türkiye’de olduğu gibi …