Çalışma Hakkının Engellenmesi Açık ve Ağır Bir Hak İhlali
Pandemi ile birlikte artan iş yükü ve hekim ihtiyacına rağmen güvenlik soruşturması gerekçesiyle göreve başlatmama ve memuriyetten ihraç uygulamaları devam ediyor. Hukuksuz şekilde çalışma hakkının engellenmesi ve bu konuda yapılabileceklere ilişkin Hekim Postası’nın sorularını ATO Hukuk Bürosu avukatlarından Ender Büyükçulha yanıtladı.
Sibel Durak
Öncelikle çalışma hakkı konusunda yasalar bize ne söylemekte?
Av.Ender Büyükçulha: Çalışma hakkı ve kamu hizmetine girme hakkı, doğrudan Anayasal güvenceye bağlanmış temel haklar arasında yer bulmaktadır. Nitekim Anayasa madde 49 gereği; çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlü kılınmıştır. Anayasa madde 70 gereği de; her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının, kamu hizmetine girme hakkına sahip olduğu ve bu kapsamda kamu hizmetine alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
15 Temmuz sonrası yasalar ile güvence altına alınmış bir hakkın ihraçlar ve güvenlik soruşturmaları ile engellendiğine şahit olduk. Ülke tarihinde buna benzer uygulamalar oldu mu?
E.B: Bu temel hakların, ülkemiz tarihinde ağır biçimde sınırlandırıldığı, daha doğru bir ifade ile özde keyfiyetle yok edildiği dönemler yaşandı, aynen şimdi olduğu gibi. Bu dönemlerin, demokrasi ve insan haklarından uzaklaşılan, baskıcı, otoriter dönemler olduğu görülmektedir. Nitekim, 15 Temmuz sonrası karşılaştığımız güncel tablonun benzeri yakın geçmişte 12 Eylül Askeri Darbesi ile de hukuk sistemimizde ve uygulamada yer almıştır. Dolayısıyla şimdi yaşadıklarımızın benzerini, geçmişte, ancak ifade ettiğim gibi olağan hukuki ve idari yapı içerisinde değil, istisnai baskıcı, otoriter yönetimler, özellikle de askeri darbe dönemlerinde de yaşandığını görmekteyiz.
Bugüne kadar ihraçlar ve güvenlik soruşturmalarında hangi gerekçeler ile çalışma hakkı engellendi?
E.B: Aslında 15 Temmuz sonrasında uygulamaya konulan mevzuatın bu kapsamda somutladığı gerekçe; yani bir yurttaşın, kamu görevinden ihraç edilmesinin veya kamu görevine alınmamasının, ilgili güncel mevzuatta da yer bulan yegane genel ve geçerli gerekçesi; o yurttaşın, “terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisak yahut irtibatlı olduğunun tespit edilmesi”dir.
Ancak somut uygulamada, bu normatif genel gerekçenin altı, son derece yersiz ve haksız kimi itham ve kabuller ile doldurulmakta; özünde siyasi iktidara muhalif yurttaşlar, haklarında bu yolda aleyhe bir yargı kararı dahi olmadığı halde, idari makamlar tarafından sözünü ettiğim bu gerekçe kapsamında değerlendirilip mağdur edilmektedir. Sanki siyasi iktidara muhalif olan ya da İstanbul Sözleşmesi gibi kimi güncel konularda siyasi iktidardan farklı düşünen herkes, peşinen terör örgütleri veya devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapılarla ilişkili kabul edilmektedir. Odamız hukuk bürosunun açtığı davalarda dava dosyalarına gelen ve değindiğim tespite dayanak gerekçe olarak sunulan istihbari belgeler, bunu fazlasıyla ortaya koymaktadır.
Bu belgelerde yer alan haksız itham ve kabullere örnek verebilir misiniz?
E.B: Örneğin; öğrencilik yıllarında kadına yönelik şiddeti kınayan bir basın açıklamasına ya da 1 Mayıs mitingine katıldığı için, yasal statüsü bulunan HDP, ÖDP, TKP gibi kimi siyasi partilerin etkinliklerinde yer aldığı veya geçmişte bu partilere üye olduğu için, sosyal medya hesabından iktidar partisini eleştiren ya da kimi toplumsal konularda muhalif görüşlerini içeren gerçekte son derece meşru ve hukuki paylaşımlar yaptığı için, babası KESK üyesi olduğu için, kardeşi sol görüşlü öğrenci hareketleri içerisinde bulunduğu için… Ama asıl önemlisi aleyhinde değindiğim suçlamalardan hiçbir kesinleşmiş mahkumiyet hükmü, hatta benzer iddialarla açılmış bir adli soruşturma dahi bulunmayan çok sayıda hekimimiz; kapalı kapılar ardında, hangi kriterlere göre karar verdiği bilinmez idari kişi ve kurullar tarafından, terör örgütü veya devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapılarla ilişkili sayılabiliyor. Sanki mevzuatta yer alan o değindiğim gerekçe; “terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapılarla ilişkili olmak” şeklinde değil de; “iktidar partisi ve ortağını desteklememek” ya da “sevmemek” şeklinde yazılsa idi, en azından karşılaştığımız somut durum ile daha uyumlu olacaktı.
İnsan hakları ve Anayasal haklar bakımından bir hukukçu olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz.
E.B: Son derece açık ve ağır bir hak ihlali olarak değerlendiriyorum. Sohbetimizin başında da dile getirdiğim “çalışma hakkı” ve “kamu hizmetine girme hakkı”na dair temel Anayasal güvencelerin, açık ve ağır bir ihlali söz konusudur. Ancak bunun yanında, kişiler hakkında yapılan sübjektif, muğlak, önyargılı ve her durumda keyfi değerlendirmeler ile yine başta Anayasanın güvence altına aldığı “masumiyet karinesi”, “şahsilik ilkesi”, “temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında öze dokunmama ve ölçülülük” gibi diğer temel hukuki güvencelerin de açıkça çiğnendiği görülmektedir. Hukuk disiplininin tarih içinde geliştirdiği nice çağdaş ilke ve değerin bir anda yok sayılıp, neredeyse kabile hukukuna dönüşe geçtiğimiz, karanlık ve kaygı verici bir sürecin içindeyiz. Hatta kanımca kimi zaman kabile hukukunun dahi gerisine düşmekteyiz; nitekim eşitlik ve hakkaniyet temelli objektif uygulamalar, bu ilkel hukuki zeminlerde dahi geçerli olagelmiştir.
Ancak şimdi yaşadığımız tablo o ki; örneğin, ağabeyi bir terör örgütünün üyesi olmaktan yargılanan ve halen tutuklu bulunan bir kişi, en üst kamu görevlerinden olan bir bakanlık görevine getirilip kabine üyesi yapılırken; boşandığı eski eşi benzer iddialarla yargılanmış, ancak üstelik beraat de etmiş bir hekim ise, bu gerekçe ile kamu görevinden ihraç edilebilmektedir. Sırf geçmişte babası, kendisine harçlık göndermek için adına bir bankada hesap açtığı gerekçesiyle kamuya alınmayan hekimler var; ancak o bankanın açılış törenine katılıp kurdele kesenler ülkeyi yönetebiliyor. Medeni Kanunu inkar edip çok eşliliği savunan ve mevcut Anayasal düzene ve Cumhuriyete, hukuk mantığına göre doğrudan suç teşkil eden ağır ifadelerle saldıran bir hekim, idareci konumuna getirilebilirken; Özgecan Aslan cinayetine tepki göstermek için sokağa çıkıp yürüyüş yapan bir kadın hekim, güvenlik soruşturmasına takılıyor.
İhraçlar ve güvenlik soruşturmaları karşısında ATO’ya bugüne kadar kaç başvuru yapıldı ve nasıl bir hukuki süreç takip edildi, kazanımlar ne oldu?
E.B: Hukuki bilgi ve danışmanlık almak isteyen çok sayıda başvurumuz oldu ve halen de olmakta. Bu başvurular içinde ayrıca birçok hekimimizin adli süreçlerini ise hukuk büromuz üstlendi, hekimlerimiz adına idari mahkemeler nezdinde iptal davaları açtık. Yeni başvurular ve dava hazırlıklarımız da gündemde. Şu ana kadar 23 davamız bulunmakta, bunlardan 19 davada lehe sonuç aldık. Bir davada aleyhe karar verilmesine karşın, o konuyu da bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi gündemine taşıdık. Halen süren davalarımız da mevcut. Değindiğimiz güvenlik soruşturması ve kamudan ihraç süreçlerinin idari yapı içinde etkin ve yeterli bir denetim ve güvence mekanizması olmasa da, bütün bu süreçler sonucunda tesis edilen işlemlerin yargı denetimine açık olması, elimizde kalan en değerli hukuki güvence ve olanaktır. Kamu görevine alınmayan ya da kamudan ihraç edilen hekimlerimiz, bu işlemleri yargıya taşıyabilirler ve idari yargı organları nezdinde iptal davalarına konu yapabilirler. Bu süreçlerin olumsuz kararlarla sonuçlanıp tüketilmesi sonrasında, Anayasa Mahkemesine ve hatta devamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru olanakları da bulunmakta. Konuyu yargıya taşıyarak hak arayışına girecek hekimlerimize dava açmanın belli sürelerle sınırlandırıldığını dikkate almaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum yalnızca.