Çocuk Oyunu

Paylaş:

Dr. Zeynep Arıkan

Saat iki buçuk dedi mi mahalledeki okuldan sokağa akın ederdi irili ufaklı çocuklar. Siyah önlükler toz içinde, beyazı solmuş yakalar düğmeden kaçmış sallanırdı yanlarda. Yırtık pabuçlu kırmızı suratlı oğlan çocukları küfürler savurup gülüşerek koştururdu. Kızlar kıkırdardı arkalarından.

Hasan ve kardeşi Ömer her gün olduğu gibi o gün de eve varır varmaz fırlattılar çantaları, mutfak masasındaki somundan birer kocaman parça kopardıkları gibi soluğu sokakta aldılar. Sokağın müdavimi Çomar doğurmuştu üç hafta önce. Küçenler ayaklanmış birbirleriyle oynaşıyorlardı. Bir tanesi pek cevval çıktı. Sokağın bitimine kadar koşturdu bir başına. Hasan’la Ömer eğilip okşamaya başladılar küçeni. O sırada Tarık’la Ahmet de geldi yanlarına.

 “Haydin top sahasına,” dedi Ahmet.

 Hasan omuz silkti. “Bugün yeni bir oyun oynayalım.”

“Ne oyunu?” diye sordu Tarık.

“Sonra söylerim, haydin gidiyoruz.”

“Nereye abi?” dedi Ömer abisine.

“Patkuma’nın meyveliğine.” Hasan kucakladı küçeni. “Bana bakın, soran olursa küçen ayağını incitmiş, Patkuma’ya sardırmaya götürüyoruz, tamam mı?”

Patkuma yaşı geçkince bir kadındı. Ailesi, kimi kimsesi var mı bilmezlerdi.  Sokağın başındaki yıllanmış çınar ağacı gibi sanki o da hep vardı. Mahallenin Patkuması pek sevmezdi mahallenin çocuklarını, bahçesinde de istemezdi onları. Ama mahallenin bu en davetkar bahçesine dalmanın illa bir yolunu bulurlardı. Doğuştan topal bacağıyla Patkuma onlara yetişene kadar çoktan erikler, kirazlar mideye indirilip kaçılmış olurdu.

Çocuklar zorluk çekmeden çitten atlayıp girdiler geniş bahçeye. Bahçenin en dip köşesinde, ağaçlardan biraz uzakta içi yağmur suyuyla dolu bir varil vardı. Doğruca oraya yöneldi Hasan, diğerleri de peşinden gitti. Çok meraklanmışlardı.

Dayanamadı Tarık yine sordu “Hasan ne oyunu oynıycaz burda söylesene!”

“Küçene yüzme öğreticez,” dedi Hasan bir eliyle küçeni tutup diğeriyle kafasını okşarken.

“İlk sıra benim,” dedi ve bırakıverdi küçeni varilin içine. Bir an görünmedi küçen, sonra can havliyle kafasını çıkardı sudan. Patilerini çırpıyor, kafasını güçlükle suyun yüzeyinde tutabiliyordu. Hasan çıkardı titreyen hayvanı sudan.

“Hadi, sıra sende,” dedi Tarık’a dönüp. Tarık biraz duraksadı. Sonra aldı küçeni, fırlattı varile. Bu sefer biraz daha uzun sürdü çıkması. Zavallı hayvan patilerini çırpmaktan yorgun düşüyor, kafası bir batıyor bir çıkıyordu. Ardından Ahmet tekrarladı aynı oyunu. Ömer’e geldi sıra. Öylece duruyordu Ömer. Gözleri faltaşı gibi açılmış, göz pınarlarında yaşlar birikmişti. Aldı küçeni kucağına. Hayvan kucağında titredikçe Ömer’in dudakları titriyor, yaşlar boşalıyordu gözlerinden.

“Hadi atsana” dedi Hasan.

Hızlı hızlı soluk alıp verişi dışında ses çıkmıyordu Ömer’den. Sıkı sıkı tutuyordu küçeni. Kucağının sıcaklığıyla titremesi biraz azalmıştı hayvanın. Kıvrılıp görünmez olmaya çalışıyordu sanki Ömer’in kollarında. Ömer’den akan yaşlar tüylerindeki damlacıklara karışıyordu.

“Hadisene!” diye bağırdı abisi. Ömer bahçedeki ağaçlardan biri olmuştu, sımsıkı sardığı küçeniyle kıprtısızdı. Hasan sert bir hamleyle çekti küçeni Ömer’in kollarından. Hırsla fırlattı varile. Tarık hevesle bekliyordu sırada. Beklediler, beklediler… Sabırsızlanmaya başladı Tarık. Küçen çıktı suyun yüzüne bir zaman sonra. Küçük bedeni suyun yüzeyindeki kuru yapraklarla beraber süzüldü. Sessiz, kıpırtısız.

Herkes ağaç oldu bir an. O sırada ön bahçeden sesler işittiler. Patkuma bir yandan küfürler savuruyor, bir yandan topal bacağını tuta tuta arka bahçeye doğru yürüyordu.  Çocuklar ayaklandılar, koşarak atladılar çitin üzerinden. Sokak boyunca koştular, koştular. Sonra durup nefeslerini tazelediler. Konuşmadan yürüdüler top sahasına doğru.

Ömer kaldı oracıkta. Gözyaşları doldurdu varili. Taştı sular sel oldu. Küçenle beraber selde kayboldu Ömer.

Oyun çoktan bitmişti.