Hak Mücadelesine Adanmış Bir Yaşam

Dr. Metin Bakkalcı Türkiye’de insan hakları ihlalleri denilince ilk akla gelen isimlerden. Bu mücadeleyi önce TTB’de sonrasında Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda ( TİHV) uzun yıllardır bıkmadan, usanmadan sürdürüyor.

İnsan hakları mücadelesi iğneyle kuyu yazmak gibidir. Zordur, meşakkatlidir. Bedel ödetir. Dr. Metin Bakkalcı da 12 Eylül 1980 döneminde bu bedeli ödeyenlerden.  Dr. Metin Bakkalcı bu uzun yolda yaşadıklarını Hekim Postası ile paylaştı.

Dr. Ayşe Uğurlu - Sibel Durak

Çocukluk ve gençlik yıllarınızdan başlayarak sizi daha yakından tanıyabilir miyiz? Dönüp geriye baktığınızda nasıl günlerdi?

Metin Bakkalcı:  Öncelikle içinde yer almaktan onur duyduğum meslek örgütünün böyle bir çalışmasından olağanüstü memnuniyet duyduğumu belirtmek istiyorum.  Kendini tanıtma ihtiyacı duymayan bir arkadaşınızım ama yine de sorduğunuz için yanıtlayayım: 1956 yılında Eskişehir’de doğdum. İmkanları, koşulları, zorlukları birbirinden çok farklı olduğu için dönemleri karşılaştırmak  kolay değil. Böyle bir karşılaştırma yapmadan o dönem için kendi adıma şanslı bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirdiğimi söyleyebilirim. Şanslıydım sevgi dolu bir ailede büyüdüm. Şanslıydım bir mahalle ortamında büyüdüm.

Mahalle kültürü ile büyümenin yaşantınıza ne gibi katkıları ne oldu?

M.B: Mahalle ortamında büyümenin ne kadar zenginleştirici olduğunu o gün de bugün de hep hissederim.  Dayanışma dediğimiz şeyin adı konmadan en naif haliyle yaşanabildiği ortam demektir mahalle benim için. Herkesin birbirini tanımasının verdiği güven ile gündelik hayat sürer. Güvenlik duygusuna dair bir kaygı ve korkunun olmadığı, öyle bir kavramın ortada dolaşmadığı bir yerdir mahalle. Mahallede oyun oynadığımız arkadaşlarımızla gittik ilkokula. Derslerimizi birlikte yaptık, acılarımızı, sevinçlerimizi birlikte yaşama olanağı bulduk. Kollektif hayatın nüveleriydi deyim yerindeyse. Bugünden bakınca tahrip olmuş o toplumsal yaşamın temel zeminini teşkil ediyordu bunlar aynı zamanda.  

Eskişehir’de Maarrif Koleji’nde yatılı okuduğunuz yıllar dünyada ve Türkiye’de ses getiren toplumsal hareketlerin etkilerinin hissedildiği yıllardı. Siz bunlardan nasıl pay aldınız?

M.B: Benim kuşağımın ortaokul süreçlerine denk gelen o yıllar 68 kuşağının öncülüğünde  dünyada büyük bir heyecanın, değişim ve dönüşümün yaşandığı yıllardı. Çocuktum olanı biteni değerlendirebilecek noktada değildim ama o kuşağın esintileri dinlediğimiz müziklerden, okuduğumuz kitaplardan geliyordu. Arada abilerimiz, ablalarımızla ettiğimiz sohbetlerden geliyordu. O ortamın esintileri ile ben ve pek çok arkadaşım özgür, eşit, adil, barış içinde yaşama denen o fikriyatı aslında 68 kuşağının esintileriyle tanıma imkanı bulduk. Kendi aramızda insanca yaşanabilir bir dünyanın nasıl olması gerektiğini tartışıyorduk.

Orta sondayken bu sefer 12 Mart 1971’de bir tür askeri muhtıra denilen ancak faşist bir anlayışın hakim kılınmaya çalışıldığına tanık olduk. Tüm bunları sindirecek, değerlendirecek bir olgunluk düzeyinde o zamanlar değildim elbet. Ancak Deniz, Hüseyin,Yusuf, Mahir ve arkadaşlarının… O gencecik insanların yeni ve adil bir hayat doğrultusunda kendi yaşamlarını verebilmeleri bende iz bırakan olaylardır.

Tıp fakültesi yıllarına değinmek gerekirse neler anlatırsınız?

M.B:
1974’te Hacettepe Tıp Fakültesine başladım. Maddi kazanç elde etme ya da gelecek kaygısı ile verilmiş bir karar değildi. O dönemde esas olarak geleceği güvenceye almak için meslek seçimi yapılmazdı. Güvencesizlik duygusunun zihinlerde bile dolaşmadığı bir ortamdı. Bu bakımdan da şanslıydık.  Heyecan duyduğum bir alan olduğu için hekim olmak adına adım attım. Daha ilk yıllarda bir şeyler fark etmeye başladım: Okula silahlı, öğrenci olup olmadığı belli olmayan üniversite dışından birtakım insanlar geliyordu. Ve öğrencilerin bir kısmı da gayet doğal olarak bu silahlı kişilere “siz ne yapıyorsunuz” derler, fakültedeki öğrenim sürecinin sürmesi, üniversitelerin bu silahlı kişilere bırakılmaması için gerekli çabayı gösterirlerdi. Ben de o siz ne yapıyorsunuz diyenlerin arasında buldum kendimi, orada hissetim. Çünkü bu yapılan akıl dışı kabul edilemez bir şeydi. Mesele ilk olarak bir can güvenliği meselesiydi. İkinci olarak ben oraya okumak için gitmiştim bütün arkadaşlarım gibi benim için de öğrenim özgürlüğü meselesiydi.  Benim için bir eşikti bu.

Fakülteden neden uzaklaştırıldınız?

M.B: Hacettepe Tıp Fakültesi Öğrenci Derneğimiz vardı arkadaşlarımın aday göstermesi ile birkaç dönem derneğimizin başkanlığını üstlendim, ayrıca yapılan seçimde yine arkadaşlarımın aday göstermesi ile öğrenci temsilcisi oldum. İdare, seçimi iptal edince buna karşı çıkan eylemlerimiz oldu. Bunun sonucunda birkaç arkadaşımla beraber okuldan uzaklaştırıldık. O zaman anladım ki bir şey yapıyorsunuz çok haklısınız ama çok saçma ve anlamsız gerekçelerle bir baskıyla karşılaşıyorsunuz. Neden sorusuna yanıt aramakla geçti öğrencilik yıllarım. Bu sayede yeniden öğrenmeye başladım. Ve söyleyebilirim ki bu dönemde borçluluk duygusunu yaşayan bir arkadaşınızım. Eli silahlı bu insanlar yanımızda arkadaşlarımızı öldürdü. Sahici bir şeydi, oyun değildi. Rastlantı sonucu hayatta kalanlar, yaşamını yitiren arkadaşlarımız için tabii ki derin bir borçluluk duyduk, duyuyoruz.  

Üniversite yıllarınız ülkenin de en karanlık dönemine denk geliyor. Yaşanılanları değerlendirme fırsatınız oluyor muydu?

M.B: Ülkede o dönem için özgürlük dilekleri, daha güzel bir ülke dilekleri olanlara karşı  “devlet görevlilerinin esas olarak sorumlu olduğu bir süreçte” “eli silahlı bir takım kişilerin” baskı ve saldırıları yaşanıyordu. Ben bu ülkenin genç bir öğrencisi olarak pek çok arkadaşımla birlikte, bir yanıyla direniş ruhuyla, ama daha önemlisi iyi şeyler yapmak için, daha yaşanabilir bir ülke için organize olma ihtiyacı hissedenlerdendim. Bütün bu hedefleri hayata geçirebilmek için örgütlü mücadele içinde yer almaya çalıştım elimden geldiğince. Tabii bu arada 24 Ocak 1980 kararları alındı. Sınıfsal ayrımları derinleştiren, örgütselliği bütünüyle engelleyici, demokratik hayatı boğucu bu kararlar manzumesi gündeme getirildiğinde hepimiz bunun demokratik bir ülkede olamayacağını öngörüyor, bir darbe olasılığını tartışıyor, yazıyor, çiziyorduk. Bunun önlenmesi için telaş duyuyorduk. Bu arada tıp fakültesi öğrencileri olarak işkencede kullanılan yöntemlerin etkileri, sonuçları ve buna karşı bir insan neler yapabilir diye sorular sorup bilimsel araştırma yapmaya başladığımızı da paylaşmak isterim.

 Yetemedik, tüm bu yaşananlar kader değildi. 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi yaşandı. Biz gencecik insanlar bunu önleyemedik. İsmini bildiğimiz, bilmediğimiz binlerce kişi hayatını kaybetti. Onlara o gün de bugün de kendi adıma borçlu hissedenlerdenim. Verilen çabalara hürmetsizlik etmemek kaydıyla, yetememiştik o güzelim insanlara.

Darbeden kısa bir süre sonra siz de gözaltına alındınız ve sonrasında Mamak Cezaevi günleri başladı.

M.B: Darbeyi nasıl önleriz diye tartışırken ben de gözaltına alınmış oldum.  Bir hocamın odasına çağrıldım ve bir anda sağdan soldan eli silahlı insanlar göz bağını bağladılar. Şunu düşünmüştüm: göz bağlamanın, baş eğdirmenin ‘sen bir hiçsin ve senin bütün kaderin elimde’, ‘sen bir insan değilsin’  mesajı veren bir boyutu var. Bir yandan da kendi korkularının da ifadesi. Bugün baktığımda da aynı şeyi görüyorum aslında insanlığa karşı suç işleyenler  gerçek anlamda bir zavallılar kümesidir. Gür seslerini yükselterek başlattıkları işkence seanslarında o zavallılıklarını görebilirsiniz.

Gözaltı süreleri 90 güne uzatıldığı için arada cezaevine götürüp getirilerek yaklaşık 3 ay Emniyetin DAL denilen uzun koridorundaki hücrelerde  kaldım.

İşkencenin ağırlığı tartışması yapılamaz.  İnsanlığa karşı suç biçimine bürünen hallerinin hem tanığı oldum hem yaşamış oldum. Tabii ki benim yaşadıklarım pek çok arkadaşımın yaşadıklarına göre daha azdı.  İşkence konusunda neler yapılabileceğine ilişkin bilimsel araştırma yapan Metin olarak onlardan korunma anlamında o kadar becerikli olamadığımı hissettiğim anlar olduğunu açıklıkla itiraf etmek isterim. DAL’da yanımda tanıdığım tanımadığım insanlar işkence sonucu öldürülmüştü. Dolayısıyla borçlarım artmaya başlıyordu.

Ve Mamak günleri…

M.B:  Tutuklandıktan sonra Mamak  cezaevine getirilmiş oldum. İşkencenin her türlüsü oranın  da gündelik rutinidir. Tabii ki karşılaştırmak amaçlı değil yoksa bir Diyarbakır Cezaevi gerçeği var. İsimleri konuşulmayanlar var. İlk 2,5 yılda 250 bin,  zaman içinde 650 bin insandan bahsediyoruz.  Benim yaşadıklarım kendi başına sadece bir damladır. O kişilerin yakınları ile birlikte düşünüldüğünde sonuçları itibariyle bu gerçek anlamda bir halk sağlığı sorunu olarak da nitelendirilebilir.  O dönem Mamak’ta,1984 yılında, o zaman için en uzun sürelilerden 42 günlük bir açlık grevimiz oldu. Kimi taleplerimizin kabul edilmesi üzerine Mamak cezevindeki açlık grevi can kaybı olmadan sona erdi. O günden sonra 6 metrekarelik hücrede 4 kişi değil 2 kişi kalmaya başlamıştık..  

5,5 yıla yakın kaldığınız Mamak’tan 1986 başında çıktınız. Fakülteye hemen dönebildiniz mi?

Uzaklaştırma cezalarım nedeniyle okulu uzatmıştım, üniversite son sınıfa başlayacakken de Mamak’a girdim. Çıktıktan sonra fakülteye yeniden başlamada bir sorun yaşamadım ancak okul bittikten sonra davam sürdüğü için diplomamı vermediler. Avukatım sevgili Şenal Saruhan ile açtığımız davayı kazanınca diplomamı verdiler. 1987’de mezun oldum, 1988’de göreve başladım böylece. Bu arada İnsan Hakları Derneği’nin kuruluş sürecinde bulundum.

Peki Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) kuruluşu nasıl gerçekleşti?

M.B: Dernek kurulduktan sonra benim gibi pek çok arkadaş cezaevinden çıkıyordu. Doğal olarak cezaevinde uzun süreli kalmanın yanı sıra farklı düzeyde işkenceye maruz kalmanın yarattığı  sağlık sorunlarının onarılmasına yönelik bir telaş gündelik hayatta özellikle sağlıkçı arkadaşlarımızca başlamıştı zaten.  Bir yapıya ihtiyaç vardı.  Bu nedenle ‘Vakıf  vakıf kurulmadan önce kuruldu’ diyenlerdenim.  Ben o sıralar askerdeydim ama arkadaşlarla görüşüyorduk. TTB ve İnsan Hakları Derneği içinde doğrudan işkence görenlerin tedavi ve rehabilitasyonunu gerçekleştirecek bağımsız bir kurumun kurulması programlanmaya başlanmıştı. Böylelikle 1990’da vakıf kurulmuş oldu. 

Vakfın temel amacı işkence görenlerin tedavi ve rehabilitasyonuna katkı sağlamak olmakla birlikte yargısız infazlar, zorla kaybetmeler, yerinden zorla edilmeler gibi  ağır ve ciddi insan hakkı ihlallerinin yarattığı toplumsal travmayla baş etme konusunda da programlar geliştirmeye çalıştık. O gün bugündür bu çabamızı sürdürmeye çalışıyoruz.

Geçmişten günümüze hak mücadelesinin içinde yer almış bir isim olarak bundan sonraki süreç ile ilgili değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

M.B: 2005’ten sonra insan hakları ortamındaki tahribat hayli derinleşmeye başladı.  Önceki dönemler insan hakları ihlallerinin önlemesi bir daha tekrarlanmaması için çaba gösteriyorduk. Bugün gelinen noktada,  pandemi döneminde salgın yönetiminin bir güvenlik meselesine dönüştürülmesi de dahil olmak üzere,  ihlallerin sistematik olmasından öte hak kullanımının bir istisnaya, ihlallerin  kurala dönüştüğünü görüyoruz.  Esas olarak hak temelli rejimin terk edildiği, değerlerin tahrip edildiği bir ortamdayız. Ancak ifade etmeliyim ki, işkence ve diğer ağır insan hakları ihlalleri insan eliyle gerçekleşen en vahşi şiddet eylemlerinin başında geliyor. Kendini muktedir sananların tüm kötücüllüklerine karşın işkencesiz bir dünyaya ulaşabilmenin son derece mümkün olduğuna inanıyoruz. Zira insan eliyle gerçekleşen bir eylemden bahsediyorsak insan eliyle gerçekleşen her eylem/durum kural olarak önlenebilir. Bununla da ancak radikal bir dönüşümle insan haklarının kurucu unsur olarak ele alınacağı bir yaklaşımla baş etmek mümkün. Bugün itibariyle insan haklarının yeniden kurucu unsur olarak ele alacak yaklaşımların telaşında olmak zorundayız.