İklim Değişikliği En Önemli Halk Sağlığı Sorunları Arasında

Mevsim normallerinin üstünde seyreden sıcaklıklar, geciken kar yağışı… NASA’nın 2023 yılının 2022 yılından daha sıcak geçeceğine yönelik öngörüsü ve şayet Pasifik Okyanusunda bir ısınma başlaması halinde 2024 yılında en sıcak yıl rekorunun kırılabileceği yönündeki açıklamaları iklim krizini yeniden gündeme getirdi. Halk Sağlığı alanında yaptığı kapsamlı çalışmalar ile tanınan Dr. Cavit Işık Yavuz ile iklim krizinin detaylarını Hekim Postası için konuştuk.

Hekim Postası

1950’den sonra iklim değişikliği tartışmalarının odağında hep sıcaklık var. Bu nedenle ilk olarak sıcaklığın bu krizdeki rolünü sorarak başlayalım.

Dr. Cavit Işık Yavuz: Öncelikle iklim nedir bunu konuşmak lazım. Bir bölgenin ikliminden söz edebilmemiz için 20-30 yıllık uzun dönemli meteorolojik parametrelere bakmamız gerekiyor. Bu nedenle sadece o yılki hava durumundan hareketle, bu sene kurak geçti, bu sene çok kar yağdı dememiz eksik kalıyor. İklim değişikliğinden söz ederken baktığımız ilk nokta sıcaklık. Çünkü dünyanın yaşamsal özellikler gösterebilmesi için sıcaklığın belli bir seviyede olması gerekiyor. Ancak meteorolojik parametreler bize dünyanın sıcaklığının gitgide arttığını gösteriyor. Sıcaklık kayıtları 1880’li yıllardan itibaren modern bir şekilde tutulmaya başlanıyor. Bu kayıtlara göre dünyadaki yüzey sıcaklığı endüstri öncesi çağa göre yaklaşık olarak 1 derece artmış durumda. 1880’den bu yana en sıcak yılların önemli bir kısmı da son 10 yıl içinde yaşandı. Buradaki temel sorunumuz şu; sıcaklık artışı bu şekilde devam ederse, bir müdahale gerçekleştirilemezse 21.yüzyılın sonunda dünya sıcaklığının 4,1-4,8 derece artması bekleniyor. Oysa şu an sıcaklık artışının 2 derecenin üstünde olması durumunda bile yaşanabilecekleri tam kestiremiyoruz. Dolayısıyla bu 1 derecelik artışı 1,5-2 dereceyi aşmayacak bir noktada tutmak dünyanın geleceği açısından büyük önem taşıyor.

Diğer yandan iklim değişikliği denilince sıcaklığın yanı sıra kutuplarda buzulların erimesi, buz kütlelerinin azalması, deniz seviyelerinin yükselmesi, deniz sıcaklığının artışı gibi parametrelerin de bu işin diğer unsurları olduğunu hatırlamamız gerekiyor.

Sıcaklık artışının önüne geçmek adına son 30-40 yıllık süreçte atılan adımların bir etkisi olmadı mı?

C.I.Y: 1960’lardan başlayan 90’lı yıllarda bilimsel olarak ortaya konulan iklim değişikliği tartışmaları 2000’lerden sonra çok yoğunlaşmış durumda. Bu süreçte çeşitli uluslararası anlaşmalar, çabalar hayata geçirildi. Paris İklim Antlaşması dünyanın umutlandığı bir nokta gibi  görülse de orada belirlenen hedefler de yeterli değil. Mevcut politikalarla devam edilmesi halinde 80 yıl sonra sıcaklıkta 2,5-3 derecelik artış bekleniyor. Verilen taahhütler bile 1,5 derecelik artış hedefini aşıp 2,1 derecelik bir ısınmayı getiriyor. Dolayısıyla bu konuda daha etkin politikalara ihtiyaç var. Ülkelerin iklim değişikliği için belirlediği hedefler bile şu an için yetersiz kalıyor. Şayet bu hedeflere ulaşılır sera gazı emisyonların artış hızı frenlenirse sonrası için umutlu olabiliriz.

 

Sıcaklığın bu şekilde artmaya devam etmesinin yaratacağı sonuçlar neler olabilir?

C.I.Y: Buzulların, su kütlelerinin etkilenmesi sonucu aşırı hava olayları ile karşılaşabiliriz. Aşırı hava olayları derken akla ilk yağış gelir ama diğer yandan kuraklık da yaygınlaşıyor. Şu anda da var olmakla birlikte su kaynaklarının tükenmesi sonucu ciddi bir su sıkıntısı bekleniyor. İktisatçıların kullandığı bir terim vardır: yeni normal. Aşırı yağışlar ya da kuraklık bizlerin iklim krizi sonucunda yeni normali olacak gibi gözüküyor. 

Havalar ısındıkça serinlemek, soğudukça ısınmak için enerji kaynaklarına yükleniyoruz. Bu noktada bir kısırdöngüden söz edebilir miyiz?

C.I.Y: Evet bir kısırdöngü söz konusu. İklim değişikliğine yol açan en önemli faktör fosil yakıt kullanımı. Fosil yakıt kullanımı ile ortaya çıkan metan gazı, karbonmonoksit gazı sera etkisi yapıp dünyayı ısıtıyor. Sıcaklık arttıkça ya da azaldıkça bundan korunmak için enerji tüketiyoruz. Ve bu tükettiğimiz enerjinin kaynağının fosil yakıtlar olması dünyanın sıcaklığının daha da artmasına yol açıyor. Dünyanın açmazı da zaten burada. Fosil yakıt tüketimini sınırlamadığımız sürece dünyada bununla ilgili yol alamayacağız. Enerji kaynaklarımız yenilenebilir olmadıkça bu sorunu hep yaşayacağız.

Elbet iklimdeki değişikliğin sağlığımıza da olumsuz bir etkisi olacaktır…

C.I.Y:  İklim değişikliği deyince sıcaklık artışı ile sınırlı kalan bir şey düşünmemeliyiz, karışık ve karmaşık etkileri var. Sağlık etkileri de giderek yoğunlaşacak. Aşırı yağışlar ve seller sıklaştıkça bunun sağlık etkilerinin de artmaya başladığını görüyoruz. Selden etkilenen bölgelerde insanlar ölüyorlar, evsiz kalıyorlar, bulaşıcı hastalıklar artıyor.

İklim değişikliği sonucu karşılaşacağımız bir diğer konu da sıcak dalgaları. Sıcak dalgalarını bir bölgede sıcaklığın mevsim normallerinin üzerine çıkması olarak tanımlıyoruz. Bazen birkaç gün bazen bir, iki ay sürüyor bu durum. Yükselen sıcaklar özellikle kırılgan gruplar dediğimiz ileri yaşta ve kronik hastalığı olanların yaşamını tehdit ediyor. 2003 yılında sıcak hava dalgaları Avrupa’da 70 bin kişinin ölümüne yol açtı. Sadece Fransa’da 14 bin kişi birkaç gün içinde hayatını kaybetti. Bu durum da iklim değişikliği ile sıklıkla karşılaşacağımız sağlığımızı riske atan tehlikelerden biri.

Şunu unutmayalım sıcak dalgaları sadece yaşlılar ve kronik hastalığı olanları etkilemeyecek. Aynı zamanda açık havada çalışan tarım işçileri, inşaat işçileri, park bahçe görevlileri, trafik polisleri gibi grupları yoğun bir şekilde etkileyecek. Dolayısıyla bir yandan iklim değişikliğinin etkilerini azaltmaya yönelik düzenlemeler yaparken diğer yandan da ortaya çıkacak yeni risklere karşı şimdiden hazırlık yapmamız gerekiyor.

Konuyu bir de gıda krizi açısından değerlendirmek gerekirse neler söyleyebilirsiniz?

C.I.Y: Bugün bile dünyada gıdaya erişemeyen çok ciddi bir nüfustan söz edilebilir. Hatta bunun sonucu iklim göçü dediğimiz bir kavramla karşı karşıya kalmış durumdayız. Gıdaya erişemediği için dünyanın değişik yerlerinde insanların ülke içi ya da ülkeler arası göç etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz. 

İklim değişikliği sonucu kuraklığın artması var olan bu durumu daha geniş bir alana yayacak. İklim göçü ve iklim göçmeni dediğimiz henüz resmi bir statüsü olmayan kavramları önümüzdeki on yıllarda daha sık duyacağız. Bu yüzyılın ikinci yarısından sonra sıcaklığın artması ile birlikte Ortadoğu’dan kitlesel göçlerin olabileceği, yüzbinlerce insanın yer değiştirmek zorunda kalacağı tahmin ediliyor. 

İklim değişikliğin fiziksel etkileri aşırı yağış, aşırı kuraklık, sıcak hava dalgaları, enfeksiyon hastalıklarının artması, güvenli ve yeterli gıdaya ulaşamama bunların hepsinin çıktığı yer sağlık. Dolayısıyla iklim değişikliği en önemli halk sağlığı sorunlarımız arasında yer alıyor, gelecekte daha da yer alacak.

Türkiye’nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

C.I.Y: Türkiye’nin hemen hemen her bölgesinde sel sıklığında bir artış gözleniyor. İki yıl önce Kastamonu, Sinop’ta yaşanan sel manzaraları artık olağan hale gelmiş durumda. Ülkenin başkentinde yaşanan selde insanlar hayatını kaybetti. Görünen o ki büyük şehirlerimiz de dahil olmak üzere sel Türkiye’nin yeni normali olma yolunda.

Kentsel planlamanın düzgün yapılmadığı yerleşim yerlerinde kısa süreli olsa da aşırı yağışlar nedeniyle insanlar ölüyor, kentler mahvoluyor. Çoğu kentimizin altyapısı ise aşırı yağışlara hazır değil. Bizim bundan sonraki dönemde bu aşırı yağış rejimine hazırlanacağımız bir kentsel planlama yapmamız lazım. Diğer yandan bireysel olarak sel anında neler yapmamız gerektiğini öğrenmemiz gerekiyor.

Tabii sadece altyapı olarak düşünmemeliyiz. Kentlere diktiğimiz yüksek binaların bu döngüde payı oldukça büyük. Kentteki yüksek binalar sıcaklığı daha da artırdığı ve hava akımını engellediği için bunlar kentsel ısı adaları oluşturuyor. Kentin o bölgelerindeki sıcaklığın daha yüksek olmasına ve olumsuz sonuçlara yol açıyor. Kent planlamalarında tüm bu unsurları göz önüne almalıyız.

Bireysel çabaların bu krizi aşmak adına bir rolü olur mu?

C.I.Y: “Dünya Limit Aşım Günü” diye bir gün var. Her yıl 1 Ocak’ta dünyanın kaynaklarını sıfırdan tüketmeye başladığımızda bu kaynakların hangi gün tükendiğini anlamamıza yardımcı oluyor. 2021 yılında bu tarih 29 Temmuz’du. 2022 yılında ise 28 Temmuz. Bu, bir yıl dolmadan dünyadaki kaynakları tükettiğimiz anlamına geliyor. Geride kalan 4 aylık süre dünya kaynakları açısından negatif bilanço demek.

Bunu şöyle ifade ediyorlar “Eğer herkes Avrupalı gibi yaşarsa, Avrupalıların tükettiği gibi enerji ve diğer kaynakları tüketirse yaşamak için 3 gezegene ihtiyacımız var.” Şu anki tüketim alışkanlıklarımızla bir buçuk gezegen lazım. Demek oluyor ki bizler bilinçsiz tükettikçe bu kaynaklar yetmeyecek.  Şili’den gelen bir muz ile Anamur’dan gelen bir muzun karbon ayak izi aynı değil mesela. Bir fincan kahve içtiğinizde o kahvenin yetiştirilmesinden, işlenmesinden size gelişine kadar 140 litre su tüketimine sebep oluyorsunuz. Tüketim alışkanlıklarımızı bu gerçekler ışığında yeniden düzenlemek bir katkı sunabilir elbette.

Diğer yandan hem nüfus artışı hem kaynak kıtlığı bakımından büyük ölçekli kentlerin sürdürülebilirliği zor gözüküyor. Ancak mevcut politik faktörler ve kapitalizm sürdükçe kentlerden daha küçük yerleşim yerlerine gitsek bile aynı tüketim alışkanlıkları ile oraların da kaynaklarını yok etmemiz olası. Bu nedenle bizim bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız var. Bir şeylerin değişeceğini düşünüyorum ama politik düzeyde değişiklik olmadığı sürece bireysel müdahalelerin sınırlı kalacağını düşünüyorum.

Daha küçük ölçekli, enerji üretimiyle, kendi gıda-su tüketimiyle ekosistemlere olabildiğince az etki yapacak yaşam alanları kurmalıyız. Onun için sanayi politikalarımızı, istihdam politikalarımızı, çevre ve tarım politikalarımızı değiştirmeniz lazım. Tüm bunları elbette söylemek kolay gerçekleştirmek zor.

Bu olumsuz tablo içinde yeni kuşağa nasıl bakıyorsunuz?

C.I.Y: İklim değişikliği aşırı hava olayları gibi bir anda fark edilecek bir tablo olmadığı için bugüne kadar birçok insan bu durumun ciddiyetinden habersiz kaldı. Ancak yeni kuşak için bu anlayış değişiyor. Bu açıdan yeni kuşaktan umutluyum. Kaygı ve endişeleri bu konuda çok yüksek. Sonuçta bugün doğanlar 30’lu, 40’lı yaşlarında iklim değişikliğinin dramatik tabloları ile karşı karşıya kalacaklar. Bugün 20’li yaşlarındaki bir genç bunları bizden daha iyi görüyor.