Korkmalı mıyız?

Paylaş:

Dr. Burhanettin Kaya

Hekim Postası Yayın Kurulu Üyesi 

Ne dersiniz? Korkmamak yaşadığımız sorunların üstesinden gelmemizi sağlar mı? “Korkmuyorum” demek yeter mi ya da doğru mu? Korkmak; yılmanın, yorulmanın, yenilmenin göstergesi mi? Oysa değil. Hayatta kalmak için gerekli bir duygu korku. Dünyanın tehlikeli olduğu bilgisini sağlayan temel bir duygu. Evrimsel bir kökeni var. Bir şeyin tehlikeli ya da aşina mı olup olmadığını milisaniyelerle değerlendiren ve organizmayı savaş ya da kaç tepkisine hazırlayan, dikkat öncesi süreçlerden temel alan biyolojik bir tepki olan korku. Tehlikeye karşı savunmaya olanak verir. Öfke gibi korku da bir hayata bağlanma biçimi. Bugün bizi ilgilendiren bu evrimsel korku değil. Zihinsel bir değerlendirmenin ürünü, bilişsel bir değerlendirme sürecinin sonucu olan bir korku.

“Korku gerçek mekânını insanların yüreğinde daha doğrusu zihninde bulur” diyor Mannoni. Hayatın hiçbir aşamasının korkudan bağışık olmadığını belirtiyor. Korku, gerçek durumlar ve nesneler karşısında ortaya çıkan bir duygudur. Her zaman bir nesneye ihtiyaç duyar. Korku, bu nesnenin (ötekinin) yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkıyor. Bu nesnenin bilişsel değerlendirilmesi sonucu gerçek ve anlamlı bir duygu olarak kimlik buluyor.  Gündemimizi belirleyen, zihinsel bir değerlendirme yaptığımız, üzerine düşündüğümüz, anlamlandırmaya çalıştığımız, bir anlam vermeye çalıştığımız durumların yarattığı korku. Bu anlamda baktığımızda korku, nesnesinin özelliklerine göre çeşitlilikler gösteriyor. O nesnenin niteliğine, niceliğine, sürekliliğine geçişkenliğine ve o nesneyle karşılaşan bireyin özelliklerine göre ve onun karşılaşma biçimine göre oluşan duygu da değişkenlik gösteriyor. Hem bireysel hem kolektif bir duygu olarak yaşanıyor.

Korkunun pek çok çeşidi var; bir karmaşıklık ve öğrenme süreci içeriyorlar. Bazı korkular zaman içinde gelişiyor ve uzun bir süre, hatta yıllarca sürüyorlar. Politik korku, devlet otoritesi ile ilgili olanlar  buna örnek. Bu korkunun bireyin ruhsal yapısındaki, kişilik örgütlenmesinde ve davranışsal tepkilerindeki etkisi de farklı oluyor. Korku laboratuvarlarda kolayca üretilebilir bir duygu. Sosyal bir ortamda da kolayca üretilebiliyor.

Korku her zaman olumsuz bir duygu değil. Korkunun birey ya da toplum açısından işlevi olumlu ya da olumsuz olmasını da belirler. Hem o korkuyu bir duygu olarak oluşturan zihinsel süreç hem de oluşan korkunun bilişsel-zihinsel değerlendirmesi bu işlevi belirler. Bu, korkunun nesnesi, nesnenin niteliği, niceliği, bu nesnenin bu bireyin yaşamındaki değeri ve anlamı ve bu nesne ile girilen ilişkiye göre değişir.

Korku iktidarların elinde çoğunlukla hayatı felce uğratan kötü bir stratejiye, bir siyasal araca dönüşür. Bunun en özgün biçimi korkuda aşırılığın sistemli hale getirildiği terörizmdir. Hemen her daim bir iktidar odağının elinden doğan ve güçlenen bir araçtır. Terörizm, korkunun laboratuvarıdır ve kaynağını binlerce kez kullanılmış, her zaman etkili olan, sisteme sunduklarıyla hayatta kalan eskiye dayalı bir yırtıcılıktan alır.

Korkunun bir nesne ile ilişkisi ya da nesnenin yokluğu ile niteliği değişir. Kaygı ve endişe ile ilişkisi burada başlar. Korkunun nesnesinin giderek görünürlüğünü yitirmesi onu kalıcılaştıran ve yaygınlaştıran, bireyin eylem özgürlük alanını da daraltan bir sürece dönüştürür. Bedeni sınırlar.  İşgal eder. Nesnenin yapısal olarak yanımızdan geçme olasılığı bedeni incinebilir bir alan haline getirir. Giderek birey o bedensel gücünü, hareketini kullanamaz hale gelir. Korktukça, korkusu sürdükçe o korkudan zarar görme tehlikesi yaşadıkça giderek bedenini sınırlamaya başlar.

“Korku basit bir duygudur” diyor Ulus Baker. İktidar, varlığını sürdürmek için korkuya her daim gereksinim duyar. Bu duyguyu yeniden üretir. Bu anlamda korku silahlarını sürekli yeniden keşfeder. Tehdidi daha görünmez ve vazgeçilmez kılarak yapar bunu. Hayatın içine yayarak yapar. Korku iktidara tek başına yetmediği için, bunun yanına güvenlik kavramını da  ekler iktidar. Kendi yarattığı korkuyu ortadan kaldıracak mekanizmaları da kendisi üretip pazarlayarak kontrol eder kitleleri. Baskı kurmayı amaçlayan bir korku teknolojisi üretir. Güvensizlik yaratma ve bunu süreğenleştirme amacıyla yapar bunu. Güvenlik pazarlamak da ancak bununla olanaklı olur.

Machiavelli, kişinin hem korkulan hem sevilen olması gerektiğini, ikisinin bir arada olmasının zor olduğunu ama korkulan olmanın daha güvenli olduğunu söylüyor.  Korku bir muktedir için sevgiden daha güçlü bir iktidar aracı. Korku hükümdarın kullarını onun iktidarından memnun olmaya zorlar, çünkü hoşnutsuzluğun ucunda acı ve işkence vardır. Ve bireyler korkusuz yaşayabilmek, korkmamak için özgürlüklerinden vazgeçmek durumunda kalırlar.

Temel nokta korku nesnesinin nasıl algılandığını anlamak. Korku nesnesinin bizim hayatımızdaki varlığı, bizim korkumuzun kalıcılaşmasında son derece önemli. Korkunun gelip çatmak yerine gelip gitmesi olasılığı daha yoğun bir duygusal tepki yaratır. Sabit olan, çakılı olan bir korku nesnesini görüyorsak, sahipsek, onunla başa çıkmamız aslında daha kolay. Ama eğer korku nesnesi görünüp kayboluyorsa, değişkense, başka şeylere değişerek var oluyorsa, nesne sürekli görüntü değiştiriyorsa, diğer bir deyişle kestirilemiyorsa, bizim için “yok mu, yoksa burada değil mi?” algısı yaratıyor. Bu çok daha örseleyici. Tam olarak burada olmayan şeyin bizde yarattığı etki artık korkudan endişeye doğru, yine bilişsel bir güçlük içeren bir şeye doğru kayıyor. Bu endişe bizi belirsizliğe doğru itiyor. Göremediğimiz, tam olarak ölçemediğimiz, nereden geleceğini tam olarak bilemediğimiz bu süreç bizim çok daha yoğun ve kalıcı bir korkunun içine gömülmemize neden oluyor. Korkunç olanı daha korkunç yapıyor ve bir kontrol kaybı duygusuna yol açıyor. “Korkunun bedenler arasında geçişini sağlayan tam da bu mekansızlıktır” diyor Sara Ahmed.

Korku ve toplum ilişkisine baktığımızda birlik duygusu ile parçalanmışlık duygusu arasında diyalektik bir etkileşim olduğunu görüyoruz.  Kitlesel korkular başlangıçta söylentiler yoluyla yayılıyor. Bu, giderek medya, özellikle günümüzde etkin bir iletişim yolu olan sosyal medya aracılığıyla bir korku salgınına dönüşüyor.  Bunun uç noktası “kolektif psikoz”lara varan ruhsal değişimler. En özgün biçimini komplo teorilerinde buluyor. Üretilen komplo teorileri bir olasılığı gerçeklik gibi sunarak çaresizlik,  belirsizlik ve kaygı duygularını yeniden üretirler. Bu, istikrar sözcüğünde kristalize olan güvenlik arayışına giderek yoğunlaşan biçimde yönelmeye yol açıyor. İktidar, algı yönetimi olarak ifade edilen ve abartma, çarpıtma ve büyütme gibi bilişsel stratejilerle dilde inşa edilen şiddet söylemiyle zihinlerde egemenliğini oluşturur.  Kurgu korkutucu, ama gerçekçi olmayan fakat akla uygun geldiği için kolayca gerçek bir korku üreten zihinsel tasarımlara dönüşür. Giderek bir kolektif korku psikozu yaratmaya başlar.                

Bizim asıl tartışmamız gereken bununla, yani korkuyla nasıl başa çıkılacağı. Biz bu korkuya yenik mi düşeceğiz, boyun mu eğeceğiz? Yoksa mücadele mi edeceğiz? Korkmanın verdiği hayatta kalma güdüsünü bir karşı duruşa mı çevireceğiz?  Sara Ahmed, “Korkunun tehdit üreterek bedenleri ötekilere karşı birleştirdiğini” de söylüyor. Toplulukları bir bağlayıcı güç haline getirebiliyor. Korkunun yarattığı tüm sınırların içinde bir mücadele gücü de büyür. Değişimi yaratacak bir sessizlik. Asla suskunluk değil.  Öncelikle o korku nesnesi ile olan ilişkimizi yeniden gözden geçirdiğimiz bir sessizlik. O korku nesnesini yeniden anlamlandırma, tanımlama, daha gerçekçi açıklamalarla bireysel anlamda adım atmaya olanak veren bir düşünme süreci. Bunun ardından gelen ise ortaklaşmacı bir birliktelik, örgütlenme, kolektif dayanışma.  Bir korku nesnesinden birey ya da grup olarak etkilenmek farklıdır. Grup aidiyetleri bizi, bazen örselenmelere yatkın hale getirirken bu örselenmeye karşı güçlü hale de getirebilir.

Umut ve cesaret, varoluşçu düşünürlerin en çok vurguladıkları kavramlar. Umutsuzluğun sonsuz olmadığı, umudun ise imkânsız olmadığı bir vurguyla dile dökülen. Rollo May’ın sloganlaşan sözündeki gibi. “Cesaret umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir”. Ve belki de, cesaret gösteren yaralılar ve yaralarını onarma çabasında olanlar tarihi değiştirecektir.

Yararlanılan kaynaklar

  1. Pierre Mannoni. Korku. İletişim Yayınları. İstanbul 1992.
  2. Sara Ahmed. Duyguların Kültürel Politikası. Sel Yayıncılık. İstanbul 2015.
  3. Robert C. Solomon. Duygulara Sadakat: Hislerimiz, Gerçekte Bize Neyi Anlatıyor. Nika Yayınevi. Ankara 2016.