Neden Kapitalizm ve Kamu Sağlığı Bağdaşır Değildir?

Paylaş:

 

Fikret Başkaya

II. Emperyalistler arası savaş sonrasında ezilen -sömürülen sınıflar lehine göreli bir güç dengesi oluştu. Bu, kapitalizmin tarihinde bir ‘istisna’ idi… Faşizmin yenilgisi temelinde emperyalist merkezlerde işçi sınıflarının pazarlık gücü arttı. Ulusal kurtuluş savaşlarının başarısıyla da şimdilerde ‘Güney’ denilen Üçüncü Dünya halkları ilk defa etkili bir aktör olarak tarih sahnesindeki yerini aldı. Doğal kaynaklarını kendi kalkınmaları için seferber etmeleri potansiyel bir olasılık haline geldi.

Batı’da reel ücretler yükseldi, ücretler verimlilik artışına endekslendi (eşel-mobil). Sermayeden (mülk sahibi sınıflardan) alınan vergi oranları yükseldi. Kamu hizmetleri alanı genişledi. Sağlık bir insan hakkı sayılıyordu ve etkili bir sosyal koruma planı hayata geçirildi…  Yeni ekonomik modele ‘sosyal devlet’, ‘refah devleti’ veya ‘kayırıcı devlet’ denecekti…

Üçüncü Dünya’da da kalkınmacılık esastı. Üçüncü Dünya’nın karizmatik liderleri 1955 Bandung Konferansı sonrasında ‘(1959) Bağlantısızlar’ adı altında bir araya geldiler ve ‘Yeni bir Uluslararası Ekonomik Düzen’ talebiyle sahneye çıktılar. Artık sermaye için hiçbir şey eskisi değildi. Savaş sonrasında kapitalizm yeniden yükselme dönemine girmişti. 1945-1975 dönemine ‘şanlı otuzlar’ denecekti… Verimlilik ve kâr oranları yükselirken, sermayenin ödünler vermesi de kolaylaşmıştı… Fakat, kapitalizm kriz üretmeden yapamazdı ve 1970’li yılların ortasında kapitalist dünya sistemi yeniden krize girdi. Üstelik söz konusu olan yapısal kriz’di… Artık balayı dönemi sona ermişti ve sermaye kaybettiği mevzileri geri almak üzere  kapsamlı bir saldırıya geçti…

Sermaye varlığını ucuz işgücü, ucuz hammadde ve enerjiye borçludur. 1979-80’den itibaren neoliberalizm denilen gerici ekonomik ve sosyal politikalar dayatıldı. Ücretlere ve sosyal harcamalara savaş açıldı. Batıda ücretler ve sosyal harcamalar tırpanlanırken, Üçüncü Dünya’nın kaynaklarını ucuza kapatmanın da yolu açılıyordu. Batı’da sendikalar etkisizleştirilirken, Üçüncü Dünya’nın karizmatik liderleri darbeler, siyasi cinayetler, komplolarla etkisizleştirildi, oralardaki rejimler yeniden kompradorlaştırıldı. IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan ‘yapısal uyum programlarıyla’, emperyalist Batı’ya ucuz kaynak akışı güvence altına alındı… Velhasıl, ‘garp cephesinde yeni bir şey yoktu’…

Neoliberal saldırının üç sloganı: serbestleştirme (liberalisation), özelleştirme (privatisation), kuralsızlaştırma (deregulation) oldu. Serbestleştirme sermayenin yayılmasının önündeki tüm engellerin tasfiyesi, dünyanın tamamını sermaye için ‘korunmuş av alanı’, ‘gül bahçesi’ haline getirmek demeye geliyordu. Özelleştirme, kamuya ait işletmelerin, kamu hizmetlerinin ve müştereklerin sermayeye peşkeş çekilmesi, yağmalanması; kuralsızlaştırma da ezilen ve sömürülen sınıflar lehine sağlanmış kazanımların tasfiyesi demekti…

Sadede gelirsek, şimdilerde geçerli sağlık sistemi neoliberal sağlık sistemidir. Artık özelleştirilmeyen, parayla alınıp-satılmayan, soysuzlaştırılmayan hiçbir şey yok… İçtiğimiz su dahil her şey özelleştirildi... Herhalde havanın özelleştirilmesi için de fazla zaman gerekmeyecek…

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) özelleştirme saldırısı karşısında duramadı. Misyonuna ve varlık nedenine ihanet etti… Agro-endüstri, ilaç tekelleri ve lobilerin (sermayenin) çıkarlarıyla uyumlanma yoluna gitti. Türkiye’de TTB’nin ısrarlı itirazları işe yaramadı zira hekim çoğunluğu özelleştirmenin ne demeye geldiğinden habersizdi… Orta ve uzun vadede başlarına geleceklerden habersizdiler… Kapitalist işletmelerin ‘işçisi’ olmanın ne demeye geldiğini yaşayarak öğreneceklerdir…

Yüz yüze geldiğimiz sorunları kapitalizmi yok sayarak anlamak mümkün değildir… “Kapitalizm, ücretli emek sömürüsüne dayanan, yegane ereği kâr etmek ve kârı büyütmek olan, canlı olan her şeyi ölü nesnelere, metalara dönüştüren, kullanım değerinin yerini mübadele (değişim) değerinin aldığı, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için sürekli büyümek zorunda olan, toplumun temel üretici güçlerinin ve yaşam araçlarının dar bir sermaye sınıfının elinde olduğu, doğa tahribatı yaratmadan var olamayan, bir krizden diğerine savrulan, her türlü ahlâkî değere yabancılaşmış [ahlâk dışı değil ahlaksız], parasal ve maddî olan, hesaplanabilir- ölçülebilir olan dışında hiçbir insanî değere itibar etmeyen, eşyanın onu üreten insandan daha değerli sayıldığı, ekonomik olanın politik, sosyal ve kültürel olanın önüne geçtiği, araçlarla-amaçların ters-yüz olduğu, öküzün arabanın arkasına koşulduğu lânetli bir uygarlıktır… Kapitalizm her şeyi  kâr aracına dönüştürüyor. Buna hastalıklar, pandemiler, savaş, deprem, yangınlar, seller… de dahildir…… 

Geride kalan yaklaşık 40 yılda insan ve toplum yaşamının tüm veçheleri metalaştırıldı, paralılaştırıldı, özelleştirildi, birer kâr aracına dönüştürüldü. Şimdilerde kamu sağlığının sefaletini bu bütünlük dahilinde kavramak gerekiyor…

Oysa, özelleştirme lehine ileri sürülen ‘gerekçelerin’ hiçbir inandırıcılığı yoktu… Amaç ‘kriz koşullarında’ büyüme, değerlenme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmaktı… Özelleştirmelere Kamu Ekonomik Kurumlarıyla (KİT’ler) başladı. Şu anda artık özelleştirilmemiş hiçbir şey yok… Fakat sağlık bakımının, sağlık sisteminin özelleştirilmesi herhangi bir kamu kurumunu, bir müştereki özelleştirmekle aynı şey değildir… Kaldı ki, hastalıktan kâr etmek etik olarak da mahkûm edilmesi gereken bir şeydir.  Zira, kâra endeksli bir sağlık hizmeti, sağlık bakımı insan haysiyetini yok saymaktır. Temel bir insan hakkının inkârıdır… Parası olana yönelik  sağlık bakımı eşyanın tabiatına da aykırıdır…

  • Verili neoliberal sağlık sistemi, sorunu ‘hastane-tedavi’ düzeyine hapsetmiş durumda… Sağlığın özelleştirilip bir kar aracına dönüştürüldüğü durumda hastane hastane olmaktan çıkar, herhangi bir kapitalist işletmeye dönüşür… Oysa etkin bir sağlık sistemi kapsamlı bir hizmetler hiyerarşisini varsayar… Şimdilerde yüz yüze geldiğimiz sağlık sorunun en önemli nedenlerinden biri yetersiz ve hatalı beslenmedir… İnsanlar ya yeterli gıdaya ulaşamıyor ya da yedikleriyle zehirleniyor… Kapitalist-endüstriyel tarım ve hazır gıda endüstrisinin üretip pazarladığı sağlıksız gıdalar insanları hasta ediyor… Nüfusun büyük kentlere yığılması, doğadan kopuş, hava ve su kirliliği, ulaşım güçlükleri, işsizliğin ve iğretiliğin artması, iş güvenliğinin aşınması, gelecek kaygısı, psikolojik hastalıkları da çığ gibi büyütüyor…

Hastalıkların nedenleri üzerinde durup, önleyici tedbirler almak yerine, hastalıkları bir kâr aracına dönüştürmek, kapitalist mantığa ve neoliberal anlayışa gayet uygundur… Yeşil devrim adı altında doğaya uyumlu tarım yöntemlerini tasfiye eden endüstriyel tarım, birçok sağlık sorunun da başlıca nedeni… Nitekim, toprak, su ve hava zehirlendi ve kirletildi. Ormanlar tahrip edildi. Binlerce bitki ve hayvan türü yok oldu ve yok olmaya da devam ediyor. Sanayi gübresi ve zehirli tarım ilaçlarını üreten dev kapitalist tekeller aynı zamanda neden oldukları hastalıkların tedavisi için ilaç üretiyorlar… Velhasıl, kâr ederken insanları hasta ediyorlar, tedavi ederek de kâr ediyorlar…

Şimdilerde geçerli neoliberal sağlık sistemi, esas itibariyle parası olana hizmet veriyor… Artık koruyucu ve önleyici sağlık hizmetlerinin bir arada yürütülmesi gereğinin yerini, kapitalist kârı esas alan sağlık sistemi almış bulunuyor… Öyle ya, sağlık alt-yapısına yapılacak yatırımlar kısa vadede kâr vadetmez ve kapitalistin ilgi alanı dışındadır… Tabii yegâne amacın kâr, daha çok kâr olduğu durumda, kârı artırıcı tanı ve tedavi yöntemleri öncelik kazanıyor… Sağlık çalışanlarının performansı, hizmetin kalitesiyle değil, parasal karşılığıyla ölçülüyor… Artık ne kadar çok tetkik yapılırsa, ne kadar çok ilaç kullanılırsa, o kadar kârlıdır, dolayısıyla muteberdir… Şimdilerde sağlık politikalarının oluşmasında ilaç üreticisi dev şirketler ve tıbbî cihaz üreticileri belirleyici durumundaÖzellikle ilaç şirketleri sağlıkla ilgili düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar üzerinde büyük etkiye sahip… İlaçların fiyatını istedikleri gibi yükseltiyorlar, pahalı ilaçların promosyonu için çok büyük harcama yapıyorlar ve o harcamalar ilaç fiyatına ekleniyor…

Neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar yaşamı giderek çekilmez hale getirirken, açlık, yoksulluk, sefalet derinleşirken, psikolojik hastalıklar da çığ gibi büyüyor. Sosyal hakların aşındırılması, toplumsal dayanışmanın çökmesi, geniş ailenin atomize olması işleri daha da zorlaştırıyor. Sorunun nedenlerine odaklanmak yerine, antidepresanlarla durum geçiştirilmeye çalışılıyor. Milyarlarca dolar ilaç tekellerinin kasasını dolduruyor… İnsanların bunalımı, sermayenin bunalımını aşmanın bir aracı haline geliyor… Buna krizi fırsata çevirmek diyorlar… Aynı şekilde tarımda kullanılan binlerce zehir, insanların bağışıklık sistemini çökertiyor, beyin-sinir dokularına, karaciğer ve böbreklerine zarar veriyor, kanseri tetikliyorken, bu durum tıbbî endüstriyel kompleks için tükenmez bir gelir kaynağı demektir…

İşlenmiş gıda endüstrisi, binlerce katkı maddesi kullanarak biçimlendirdiği yağ, şeker ve tuzu boca ettiği doğal içeriğini büyük ölçüde boşalttığı yiyecek ve içeceklerle birçok sağlık sorununa kaynaklık ediyor… Obezite, diyabet, kalp-damar hastalıkları, alerjik hastalıklar ve kanser giderek yaygınlaşıyor. Hazır gıdaların neden olduğu obezite, sermayeye önemli bir değerlenme fırsatı sunuyor… Bağımlılık yapan hazır gıdaları aşırı tüketerek şişmanlayan insanlar, zayıflamak için spor salonlarına koşuyor, evlerine jimnastik aletleri alıyor, zayıflama vadeden ilaçlar ve ticari gıdalar için büyük harcama yapılıyor… Mide küçültme ve ince barsak kısaltma ameliyatları giderek artıyor… ABD’de sadece zayıflama sektörünün yıllık parasal portesi 60 milyar dolar düzeyine ulaşıyor… İnsanların temel ihtiyaçları için harcanması gereken kaynaklar anlamsız bir şekilde telef ediliyor. Sadece Avrupa’da cilt bakımı ürünleri için yılda yaklaşık 15 milyar Avro harcanıyor…  Açlıktan ölenleri yaşatmak için günde yarım dolar yeterliyken…

Modern kapitalist tıp harikalar yaratırken, yoksulluk derinleşiyor. Sağlık hizmetlerine ulaşamayanların sayısı 2,5 milyardan fazla ve bu sayı hızla artmaya devam ediyor… Bulaşıcı hastalıklar, pandemiler giderek yaygınlaşıyor ve endişe verici boyutlara ulaşıyor… Başta AİDS olmak üzere, yoksul ülkelerde önlenebilir bulaşıcı hastalıklar hızla yaygınlaşıyor… Mesela AİDS ilaçları az sayıda ilaç şirketi tarafından üretiliyor ve bu ilaçlar için çok uzun süreli patentler alınıyor… Ucuz eşdeğerlerinin üretimi de ticaret anlaşmaları ve ekonomik yaptırım tehditleriyle engelleniyor… Bir hasta için 10 bin doları aşan yıllık ilaç gideri, yoksul Güney ülkeleri tarafından karşılanamıyor ve milyonlarca hasta ölüme terk edilmiş durumda… Tüberküloz tedavisinde çok etkili ilaçlar geliştirilmiş olmasına rağmen, 2015 yılında tedaviye ulaşamayan 1,8 insan hayatını kaybetti, günde 5 bin insan… 750 milyondan fazla insan içilebilir temiz suya ulaşamıyor… Üç milyar kadarı da günde 2 dolardan az gelirle yaşam mücadelesi veriyor… Sağlık hizmetlerinin özelleştirilip, paralı hale getirilmesi, bir kâr aracına dönüştürülmesi, sigorta kapsamlarının giderek daha da daralması, yoksul kitleleri zaten sınırlı gelirlerinin önemli bir bölümünü sağlık harcamalarına ayırmaya zorluyor… Böylece ‘reel yoksulluk’ daha da derinleşiyor… İnsanların gıda ile sağlık arasında seçim yapmaya zorlanması ne demektir?

Corona virüs pandemisi  ‘neoliberal kapitalist tıbbın’ ipliğini pazara çıkardı… Sermayenin daha çok kâr etmesi için milyonlarca insan hayatından oldu, geniş halk kitleleri büyük bedeller ödedi ve ödemeye devam ediyor… Esasen şeylerin (eşyanın) onu üreten insandan daha değerli, daha muteber sayıldığı kapitalist barbarlık düzeni dahilinde insan soyuna yaraşır bir sağlık sistemi asla mümkün değildir… Zira, tanımı gereği kâra endeksli bir sağlık sistemi mümkün değildir… Artık sağlık sorunu da dahil, hiçbir insanî – toplumsal- ekolojik sorunun kapitalizm dahilinde çözülemez olduğu gerçeğinin büyük harflerle beyinlere kazınması zamanı gelmiş olmalıdır… Velhasıl radikal olarak kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmayan hiçbir politik hareketin bir şansı yok… Kaldı ki, vakitlice lânet olası kapitalizmden çıkılamazsa, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir, vahşet derinleşebilir…  Boşuna ‘ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denmemiştir…