Sağlıkta Emek Rejimi ve Şehir Hastaneleri

Paylaş:

Dr. Coşkun Canıvar

Sağlık Bakanlığı tarafından Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın 2. fazı olarak tanımlanan dönemin en çok tartışılan gündemi kuşkusuz şehir hastaneleri oldu. Son olarak Sağlık Bakanı’nın şehir hastanelerinin finansmanıyla ilgili yaptığı ‘artık genel bütçe imkanlarıyla karşılanacak’ açıklaması bu projelerin finansmanı ile ilgili olan tartışmayı tekrar alevlendirdi. 9 şehir
hastanesinin Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) modeli ile inşaatları devam ederken, inşaatı henüz başlamamış 10 şehir hastanesinin finansmanının genel bütçeden karşılanacağı açıklandı. (1) AKP iktidarını KÖO modelinden vazgeçiren esas nedenin ne olduğu (ekonomik kriz, KÖO modeline muhalefet) ayrı bir tartışma konusu ancak görünen şu ki şehir hastaneleri yapılmaya devam edecek. O halde şehir hastanelerinin sermaye/devlet/siyasi miktidar bloğu için sadece ‘KÖO modeli’ yani ‘finansman’ meselesinden ibaret olmadığını görmek gerekir. Şehir hastanelerinin, Sağlıkta Dönüşüm Programı içerisindeki yerini değerlendirmek için ‘sermaye birikimi’ kavramını esas alabiliriz. Sermaye birikim süreci olarak şehir hastanelerine mercek tutulduğunda alt
başlıklarımız; verimlilik, etkinlik, ölçek ekonomisi gibi kavramlar ve sağlık emek süreci olacaktır. Bu başlıklar üzerinden değerlendirildiğinde şehir hastaneleri özgün süreçler içermekle beraber (hastane büyüklüğü, yatak sayısı, yönetim mekanizmaları vb), emek süreci açısından Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın 16 yıllık uygulamalarıyla doğrudan ‘devamlılık’ ilişkisi barındırmaktadır. Bu devamlılık ilişkisini ortaya koyabilmek için Sağlıkta Dönüşüm Programının geldiği süreci birkaç veriyle özetlemek faydalı olacaktır.

Şehir hastaneleri nasıl bir emek rejimi üzerine inşa ediliyor?

Sağlıkta Dönüşüm Programı esas olarak birbiriyle doğrudan ilişkili iki süreçle özetlenebilir; sermaye birikim süreci ve proleterleşme (işçileşme) süreci. 2002 yılında Türkiye’nin bir yıllık
sağlık harcaması 18.7 milyar TL iken, 2018 yılında bu rakam 165 milyar TL’ye çıktı. (2) Son bir yılda artış oranı % 17.5 olup sağlık harcamalarındaki büyüme istikrarlı bir şekilde artmaya devam etmektedir. Tıbbi araç gereç ve ilaç gibi en önemli maliyet unsurlarının tamamıyla sağlık endüstrisi tarafından üretildiği, aynı zamanda özel hizmet sunumunun payının giderek arttığı
düşünüldüğünde, sağlık alanının ‘sermaye birikim süreci’ olarak büyüme hızı dikkat çekicidir. Sağlık alanında çalışanların sayısı 2002 yılında 378 bin iken, 2018’de 1 milyon 16 bine
yükseldi.  Son bir yıldaki artış oranı %10,4 olup sağlık emek gücü artışı hızla sürmektedir. (3) Sağlık alanında çarpıcı bir proleterleşme (işçileşme) süreci yaşanmaktadır.  Sermaye birikiminin kaynağının ‘karşılığıödenmemiş emek’ (artık değer) olduğu hatırlanırsa sağlık alanındaki emek gücü artışının sebebi daha net anlaşılır.

Sermaye birikimi ve proleterleşme süreçlerinin tarihsel olarak en kritik dayanaklarından birisi ‘yedek emek gücü’ (işsizler) ordusudur. Hemşireler, tıbbi teknisyenler, teknikerler gibi 43 farklı sağlık mesleğine mensup sağlık emekçilerinin çok büyük çoğunluğu, atama yapılmaması ve işsizlik sorunuyla karşı karşıyalar. Bugün için ataması yapılmayan sağlıkçı sayısı 600 binin üzerine çıkmıştır. (4) Bir diğer veri olarak Sosyal Güvenlik Kurumu kayıt dışı çalışma rakamlarına bakıldığında, insan sağlığı ve sosyal hizmetler alanında kayıt dışı çalışma oranı %29.2
olarak görülmektedir. (5) Bu anlamda bir kritik veri daha paylaşmak gerekirse; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2017 yılında yayınlanan özel hastane işyerlerine yönelik teftiş raporunda, çalışanların %40’ının kıdeminin 1.5 yıldan az olduğunu saptanmıştır. Bu durum sağlık alanında işçi sirkülasyonun ne denli yüksek olduğunu göstermektedir. İncelenen 267 işyerinin sadece 4’ünde toplu iş sözleşmesi (TİS) yapıldığı görülmüştür. İşçilere ödenen ücretlerin %40’ının asgari ücret seviyesinde olduğu tespit edilmiştir. Sağlık emekçileri TİS gibi en temel sendikal
süreçlerden dahi uzak çalışmaktadır.(6)  

 Sağlık alanına dair yukarıda paylaşılan veriler, şehir hastanelerinin üzerine inşa edildiği zemini ortaya koymaktadır. Bu zemin sağlık emek sürecinin dönüşümüyle
yaratılan emek rejimidir. Uzun çalışma süreleri, düşük ücretler, yoğun çalışma temposu, sendikasız ve örgütsüz bir çalışma düzeni, işsizlik ve güvencesizlik tehdidiyle sağlık emekçilerine
dayatılmaktadır. Hastanelerin işletmeleştirilmesi, toplam kalite yönetimi, performansa göre ücretlendirme, alt işverene devredilenhizmetler, genel sağlık sigortası, özel sağlık sigortası, fiyatlandırma-SUT uygulamaları, sözleşmeli çalıştırma, özel sağlık sektörünün düzenlenmesi gibi uygulamalar, ölçek ekonomisine geçişle yani ‘dev fabrikalar düzeni’ olan şehir
hastaneleri ile tamamlanmaktadır.

Şehir hastanelerinde çalışma düzeni; ‘çoğu azla yapmak’.

Şehir hastaneleri projelerini, sağlık alanında taşeron çalışmayı yaygınlaştırma hamlesi olarak görmek mümkün. Çünkü Sağlık Bakanlığı kendi hastanelerinde taşeron işçilerin bir kısmına kadroya alma süreci uygularken diğer yandan şehir hastanelerinde çekirdek tıbbi hizmetler dışındaki tüm hizmetleri özel sektöre devrederek taşeron sistemi tekrardan
canlandırmaktadır. Sağlık hizmet üretimi ile ilişkisi olmayan hizmetler olarak tanımlanan yemek, temizlik, güvenlik, sekreterlik hizmetleri doğrudan alt işverene verilirken diğer yandan ‘çekirdek iş’ veya ‘asıl iş’ diye tanımlanan sağlık hizmetlerinin kapsamı giderek daraltılmaktadır. Şehir hastaneleri projeleri ile hemşirelik hizmetleri yasal dayanak dahi barındırmadan sağlık hizmetinin
dışına taşınırken, yüksek teknoloji gerektiren ve maliyet ile ilgili nedenler olarak sayılan gerekçelendirmelerle tüm görüntüleme ve laboratuvar hizmetleri, kemoterapi/radyoterapi, fizyoterapi ve sterilizasyon hizmetleri de asıl iş tanımı dışına çıkarıldı. (7) Açıkça görülmektedir ki ‘asıl iş’ tanımı ortadan kaldırılarak tüm sağlık hizmetlerinin sermayeye devredilme eğilimi şehir hastaneleri ile hız kazanmaktadır.

Binlerce yatak kapasiteleriyle açılan şehir hastanelerine yeterli başvuru olabilmesi için çok sayıda devlet hastanesi ve eğitim araştırma hastanesinin kapatılması planlanmaktadır. Bu durum, bulunduğu mekanda nitelikli hizmet veren çok sayıda köklü sağlık kurumunu yok ederken, ‘diğer personel’ olarak sınıflandırılan sağlık çalışanlarının ihtiyaç fazlası olmaları durumunda başka illerde veya başka hizmet kollarında çalışmak zorunda kalmalarına ve hatta işsiz kalmalarına neden olmaktadır. Ankara Bilkent Şehir Hastanesi sürecinde yaşananlar sağlık çalışanların yaşadığı bu mağduriyetler açısından örnek niteliğindedir.

Şehir Hastaneleri, sağlık emekçilerinin çalışma programının, projede yer alan özelşirket yöneticilerinin inisiyatifine geçmesi yani işyerlerinde anti-demokratik uygulamaların kurumsallaşması demektir. Yılık izin kullanımında zorluklar,mesai bitimi sonrası devir işlemleri nedeniyle çalışma saatlerinin uzaması, işe geliş gidiş sürelerinin uzaması, hastane mekanının büyüklüğünün getirdiği zorluklar (konsültasyon hizmetleri, mavi kod vb), dinlenme odası ve giyinme odası yetersizlikleri, kreş sorunu gibi çok sayıda sorun sağlık çalışanlarını beklemektedir.

Özetle şehir hastaneleri, sağlık çalışanları için ‘çoğu azla yapmak’ yani emek yoğunluğu demektir. Projelere yatırım yapan sermaye grupları için şehir hastaneleri, ‘ölçek ekonomisi’ yani emek üretkenliğinin maksimize edilmesi anlamına geliyor.  Güvencesizlik, işsizlik, despotik emek denetim uygulamaları ile biçimlendirilen yeni emek rejimi,kamu/özel, devlet hastanesi/şehir hastanesi ayrımı gözetmeksizin sağlık alanının tümünde hayata geçirilmektedir. Bu nedenle şehir hastaneleri tartışmasını, emek sürecinin bütünlüğünü göz ardı etmeden, sağlık emekçilerinin
örgütlü mücadelesini merkeze alan bir yaklaşımla sürdürmek önemlidir.

Kaynaklar;