Salgında Cezaevleri ve Yaşam Hakkı

Paylaş:

Dr. Şebnem Korur Fincancı 

Türkiye’de altına imza atılmış, Resmî Gazetede yayınlanıp iç hukuk belgelerine dönüştürülmüş insan haklarına dair tüm sözleşmelere, uluslararası izleme mekanizmalarının rapor ve uyarılarına karşın cezaevleri hep hak ihlallerinin yoğun yaşandığı, başta yaşam hakkı ve işkence olmak üzere ihlallerle anılan mekanlar olarak hayatımızın bir parçası kılınmıştır. Özellikle sağlık çalışanlarının doğrudan tanıklığı olan, belgeleme yükümlülüğü taşıdıkları ve belgeledikleri ihlaller kimi zaman yargının tozlu arşivlerinde kalmış, çoğunlukla kamuoyunun ilgisine de mazhar olamamıştır. Tozlu bir raftan indirilmesi ya da haber değeri taşımasında da ayrımcı tutumlar hemen kendisini göstermiş ve ihlalin kendisi değil ama kişiler, gruplar, düşünceler, inançlar tartışma konusu edilmiştir. Her devrin kendi zalim ve mazlumunu seçtiği koşullarda ihlallerden kaçış olmamasına rağmen, ihlalleri önlemek için gösterilecek çaba çoğunlukla düşmanlaştırdıklarımıza yönelik ihlalleri destekleyen yaklaşımlarla, ayrımcılıktan beslenen engellere takılmıştır.

Dünyanın tamamında ağır salgın koşulları ile baş etme çabalarının kapitalist ekonomik sistemin dayattığı ayrımcılık ilkeleri ile tüm dezavantajlı grupları bu çabaların dışında bırakmaktadır. Kar getirici olmamasından yola çıkıp koruyucu sağlık mekanizmalarının terk edildiği bu dönemde neoliberal politikaların salgını yönetme becerisini ortadan kaldırdığı da düşünüldüğünde evde kalma çağrılarının emek eksenli düzenlemeleri yok saydığını, evlerin en güvensiz mekanlar olarak kadınlar, LGBTİ+ bireyler ve çocukları şiddetle baş başa bıraktığını, savaşlarla, işgallerle zorla yerinden edilmiş insanların sınırlarda ölüme terk edildiğini bir nebze de olsa tartışabiliyoruz belki ama Foucault’nun da  modern cezaevi yapılanmasını tartışırken, mevcut denetim sisteminin ilksel cezalandırma biçimi olan azap çektirmek ve bedenen cezaları seyirlik bir şekilde icra etmekten günümüz şeffaf-görünmez ancak daha geniş bir tahakküm alanıyla hayatımızı çepeçevre saran yapısına evrilmesinde vurguladığı gibi görünmez bir mekan olarak kurgulanan cezaevleri gündemde en alt sıralarda yer bulabiliyor ancak. Oysa bu salgın koşullarında cezaevleri kişisel alan ve hijyenin en sınırlı olduğu kapalı kurumlar, yoğun ve hareketli nüfus, cezaevlerinin özellikleri ve organizasyonu bu tür salgınların yayılması için oldukça elverişli ortamlardır. Devletlerin, kriz planlarında mahpusları, cezaevi çalışanlarını, ziyaretçileri ve dolayısıyla toplumu korumak için alıkonulan kişilerin durumu üzerine ciddiyetle eğilmesi gerekmektedir. Zira cezaevlerinde özgürlüğünden alıkonulan istisnasız herkesin sağlık ve yaşam hakkının korunması ve güvence altına alınması devletlerin sorumluluğu altındadır. 

Yaşadığımız COVID-19 krizi özellikle hız kesmeyen tutuklamalarla nüfusu kapasitesinin çok üzerinde olan Türkiye cezaevlerinde, cezaevlerinin özgül koşulları da düşünüldüğünde olası bir salgının önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını öncelikli kılıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) belirttiği üzere; “hapishaneler ve tutukevlerinde hastalığın hızla yayılması riski, hastalıktan etkilenen kişi sayısını süratle artıracağından, salgının boyutunu büyütecektir. COVID-19 hastalığını kontrol altında tutmak için gösterilen çabalar, cezaevleri de bu uygulamalara dahil edilmediği sürece muhtemelen başarısız olacaktır.”  Salgın riskini azaltmak için uluslararası kuruluşların tavsiye ettiği uygulamalardan birisi özgürlüğünden alıkonulmuş olanların ayrım gözetilmeden serbest bırakılmasıdır.  COVID-19 ile mücadelede kullanılan fiziksel mesafe ve karantina gibi uygulamalar cezaevinde neredeyse imkansız olmanın yanı sıra temizlik koşullarının sağlanamaması ve sağlığa erişimde yaşanan sorunlar da bu mekanları salgının hızla yayılacağı ve ölümcül etkilerinin çok daha ağır olacağı ortamlara dönüştürme riskini barındırmaktadır. Bu nedenle tutuklu bulunan kişi sayısını sınırlamak gerekmektedir. 

Hükümet İnfaz Kanunu’nda değişiklik öngören Üçüncü Yargı Reformu Paketi hazırlıklarını zaten sürdürürken, bu dönemde Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi hızlandırılmış bir şekilde Meclis’e sunuldu. Bu teklifin 15 Nisan 2020’de yasalaşarak yürürlüğe girmesi ile birlikte hükümlü bulunan kişi sayısının neredeyse üçte bir oranında azalmasının da önü açıldı. Türkiye’de Adalet Bakanlığı açıklamalarına göre yaklaşık 294,000 kişi cezaevlerindeyken, 90,000 hükümlünün serbest bırakılması Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin “hükümetler ve ilgili makamlar, tutuklu-hükümlü bulunan kişi sayısını azaltmak için zaman kaybetmeden adım atmalı” çağrısına uygun olmakla birlikte ciddi bir ayrımcılığın uygulandığını da ifade etmek gerekmektedir.  İnsan hakları örgütleri tarafından yapılan açıklamalarda da altı çizildiği üzere  bu yasa değişikliğinin ayrım gözetmeden daha geniş bir çerçevede uygulanmaması, risk altındaki özellikle de yaşlı, altta yatan başka hastalığı veya rahatsızlığı bulunan kişileri kapsamaması ve cezaevlerinde alınan ilk tedbirin görüşlerin sınırlandırılmasına yönelik olması hak ihlallerine yenilerini ekleyecek bir düzenleme olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır.  

Bu yasa değişikliğinin sadece hükümlüleri kapsadığı, oysa Adalet Bakanlığı verilerine göre cezaevlerindeki kişilerin yaklaşık %43’ünün tutuklu yargılandığı da unutulmamalıdır.   Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 13. Maddesi ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 109. Maddesi soruşturma aşamasında tutuklama yerine adli kontrole öncelik verilmesi gerektiğini açıkça belirtmekte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının da açıklık getirdiği uluslararası insan hakları standartlarına göre, masumiyet karinesi ve özgürlük ve güvenlik hakkına dayanarak, tutuklu yargılanmaya son çare olarak başvurulması gerektiği vurgulanmaktadır. Tutukluların tahliyesi bir hâkimin bu yönde karar vermesiyle mümkün ve gene Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 109. Maddesi uyarınca hakimlerin tutukluları adli kontrol altında tutarak serbest bırakma yetkisi varken, yasanın tartışmalarında da gündeme geldiği üzere “terör” kavramı alabildiğine geniş tutularak kapsam dışı bırakılmasıyla bu mahkemelere de gayet açık biçimde talimat verilmiş ve tutukluların salıverilmesine dönük tüm olası girişimler baştan engellenmiştir. 

Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre cezaevlerinde bulunan kişiler COVİD-19 salgını nedeniyle yaşamlarını yitirmeye başlamışlardır. Çalışanlardan da bu hastalık nedeniyle hastaneye yatırılmış hekimler ve infaz koruma memurlarının varlığı salgının cezaevlerinde yaşam hakkı ihlallerine yol açacak aşamaya geldiğini göstermektedir. Pek çok cezaevinde suların her gün akmadığı, sınırlı saatlerde verildiği koşullarda ve temizlik malzemelerinin ücretli olması nedeniyle bu tür malzemeleri alım gücü olmayanların daha da büyük risk altında olduğu bilinmektedir. Havalandırma koşullarının sınırlılığı, beslenmenin yetersizliği de tüm bu sürece olumsuz etki yapmaktadır. 

Adil yargılanma hakkı ve ayrımcılık yasağı ilkesi uyarınca, Avrupa İşkencenin ve İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamelenin veya Cezanın Önlenmesi Komitesi (CPT) çağrılarında belirtildiği gibi, hakimlerin ellerinden geldiğince “özgürlükten alıkoymaya alternatifler bulmaları… Yetkili makamların tutuklu yargılama seçeneklerini değerlendirmeleri…”  yaşam hakkı ihlallerini önleyecektir. 

İnfazda eşitlik ilkesi olarak bu dönemde tartışılan kapatılma dışı seçenekler hak ihlallerinin başka bir boyutunun da gündeme gelmesine yol açmaktadır. Örneğin kadına ve çocuğa karşı şiddet suçundan tutuklu yargılanan şüpheliler/sanıkların şartlı tahliyesi söz konusu olduğunda 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun hükümleri işletilmeli, şüphelilerin/sanıkların ve mağdurların aynı mekânda bulunması önlenmeli ve mağdurların korunması için gerekli tüm önlemler alınmalıdır. Salgın sürecinde ev içi şiddette % 38’e varan artış eğilimini gösteren veriler de  dikkate alınarak İstanbul Sözleşmesi  yükümlülüklerinin eksiksiz yerine getirilmesi bir zorunluluktur. 

Gerek tutuklu yargılanan gerekse hükümlüler için de esas yaşam hakkı ihlallerine yol açmayacak düzenlemelerin yapılması ve önlemlerin alınmasıdır. Buna yalnız cezaevi nüfusunun azaltılması değil cezaevi koşullarının iyileştirilmesi ve cezaevinde kalanların da sağlık ve yaşam hakkı korunacak şekilde adımların atılması eklenmelidir. Temizlik olanaklarından ayrımsız ve ücretsiz yararlanmaktan sağlıklı barınma ve beslenme koşullarına, sağlığa erişim hakkına dek pek çok sorun alanının çözümüne gereksinim bulunmaktadır. Bu adımlar atılmadığında özgürlüğünden alıkonmanın “idam” cezasına dönüşümü kaçınılmaz olacaktır. Foucault’nun da dediği gibi alabildiğine şeffaf ve görünmez biçimde!