Steteskopumdaki kadın sesleri

Paylaş:

Dr. Benan Koyuncu

ATO Kadın Hekim Komisyonu

Hekimlikte ikinci yılımdı. Şehir merkezinde çalışıyordum. Hem şehrin keşmekeşi hem de merkez bir hastanenin oldukça yoğun acil servisinde çalışmak yıpratıcıydı. Daha küçük yerlerde, sakin bir hastanede çalışmak istiyordum. Taşraya gitme kararını
bu şekilde verdim.

Taşrada çalışmanın zor olduğunu tahmin ediyordum. Gözler daha fazla üzerinizdedir. Taşra sorgular sizi. Hazırlıksız olursanız şehirde zannettiğinizden daha yıpratıcı bile olabilir. Taşrada kadın olmak daha bir yorucudur. Ev sahipleri evlerini kiraya verirken baştan aşağı süzüp, medeni durumunuz, mesleğiniz, sevgilinizin olup olmadığı gibi sorular sorar. Adeta evlerinin namusunu kolay kolay birine emanet etmek istemezler. Sadece kadınların değil, korunup kollanması gereken eşyanın da namusu vardır onlara
göre.

Bir yerlerde hekimlik yaparken o bölgenin halkının sadece sağlık durumunu değil; tarihlerini, alışkanlıklarını, yasaklarını, hatalarını da öğrenmeye başlarsınız. Ben de ilk saatlerden başlayarak tanımaya başladım onları. En çok da kadın olmayı tanıdım. Taşrada en
çok kadın olma hali dokundu bana. Beni yazmaya iten de bu oldu.

İlk günlerde bir akşam iki kız çocuğu geldi hastaneye. Büyüğü 8 yaşlarında, küçüğü 4 yaşındaydı. İkisinin de başı kapalıydı. Annesi de yanlarında bekliyor, şikayetlerini anlatıyordu. Ben iki kız çocuğunu süzüyordum. Toplum tarafından çoktan büyütülmüş, çocukluğun
şımarıklığından uzak, sessizliğe gömülmüş halleri karşısında tepkisiz kalamadım. Annesine : “Bu kadar erken yaşta  niye çocukları kapattınız? Daha çok küçükler.” dedim. Anne sesindeki gurur ile “Erken yaşlarda kapattık ki, daha çabuk alışsınlar” dedi. Yılanın
başını büyümeden ezeceksin mantığı ile yıllarca bu toplumda işlenen binlerce suç gibi, kız çocuklarının çocuk olma hakları ellerinden alınıp kendi istedikleri şekle sokulmaya çalışılıyordu. Toplum size kendi istediği şekilde “kadın” olma halini bebeklikten başlayarak veriyordu. O çocuklar büyüyüp anne oluyor ve aynısını kendi çocuklarına yapıyor, zincir aynı şekilde devam ediyordu.

Günler geçtikçe daha çok şeye şahit olup, daha iyi tanımaya başlıyordum. Çocuk yaşta evlendirilen çocukları, çocuk yaşta anne olup başka bir çocuğun sorumluluğu almak zorunda bırakılan çocukları… Sıkıntılarını dile getirme hakkından yoksun, yıllarca susan ve sürekli psikosomatik şikayetler ile hastane acil servislerine  başvuran ama psikolojik destek alamayan, tek başına hastaneye gelemeyen belki de gelmesine izin verilmeyen, anadilde sağlık hakkından mahrum olup şikayetlerini anlatamayan, çocuklarının tüm sağlık
sorunlarından tek başına sorumlu tutulan kadınları tek tek tanıyıp içerisinde bulunduğum toplumu daha iyi görüyordum.

Kadın sağlığı konusunda ise o kadar geri bırakılmıştık ki bazı kadın hastaların ilk kez hastaneye başvuru yaptıklarını
görüyordum. Niye daha önce hiç hastaneye gelmedin diye sorduğumda “Daha önce hiç getirmediler ki” cevabını aldım. O başvuruda da acil bir durum olduğu için getirilmişlerdi. Kendi yaşamları hakkında hiçbir konuda söz hakkı olmayan kişilerin sağlık hakkından bu derece mahrum bırakılmaları artık bizi şaşırtmıyordu. Doğum anında gelen kadınların birçoğunun bir kez bile kontrole gitmemeleri aynı zamanda sağlık politikalarının da kadınları görmediğini gösteriyordu.

Kadın sağlığına verilen önemi en net gösteren ise kadınların doğum sayısıydı. Doğum yapmak için hastaneye başvuran kadınların pek çoğunun yedinci, sekizinci doğumlarıydı. Kadınlar ile konuştuğumda çoğu bu kadar doğum yapmak istemediklerini ama korunma yöntemlerine de ulaşamadıklarını anlatıyorlardı. Bir gün 8. doğumu olan bir kadın hasta başvurdu. Doğum her an olmak üzereydi. Kadın bize Kürtçe yalvarıyordu. Ne söylediğini anlayamadım, yanındaki kızına sordum, annen ne istiyor diye. Merkez hastaneye sevk edilmek istediğini anlattı. Daha önce de benzer istekleri olan gebe hastalar olmuştu. Bizden kaynaklı olduğunu düşünüp, kadın doğum uzmanı olmayan bir hastanede doğum yapmak istemiyorlar diye düşünüyordum. Kadına niye merkeze gitmek istiyor diye sordum. Merkezde
tüplerimi bağlarlar dedi ve sevk edilmek için yalvarmaya devam etti. Kadınlar o derece yıpranmışlardı ki, kendi yaşamları hakkında söz söyleme hakkından yoksun olmaları onları bezdirmişti. Tüplerinin bağlanma işlemi olan tüp ligasyon işleminden daha basit doğum kontrol yöntemlerini ya ulaşamadıkları ya da eşleri izin vermediği için kullanamıyorlardı. Çoğu kadın 35 yaşında olmasına rağmen
sekizinci, dokuzuncu çocuğunu doğuruyordu. Seslerini kimse duymuyor, bu işkence devam ediyordu, bedenleri hakkında tek bir kelime söylemeleri bile mümkün değildi.

Kadın intiharları ve kadın cinayetleri sonucu birçok kadın bedeni  ile tanıştım. Bedenleri haykırıyordu gerçeği ama o gerçeği duyacak toplumun kulakları çok uzun bir süreden beri sağırdı. Böyle durumlarda tüm toplumun nasıl ağız birliği etmişçesine sustuğunu gördüm.

Taşrada yaşayan, ücretsiz çalışan kır ve ev emekçisi kadınlardı onlar. Ne evde ne de tarlada emeklerinin bir karşılığı yoktu. Cinsel, sınıfsal, ulusal sömürü altında yaşamlarını sürdürürken; 8 Mart 1857 yılında 120 dokuma kadın işçisini yakan ateşin hala bir yerlerde kadınları nasıl sömürdüğünü görüyoruz. Sömürünün varlığı karşısında mücadele eden kadınlar elbette ki bu sömürünün son bulmasını ve eşit bir dünyayı yeniden var etmeyi başaracaklardır.