Yazma Seminerinden Mektuplar

Paylaş:

Dr. Hakan Akan’ın UMAG-ATO işbirliğinde düzenlenen “Yazma Seminerinde” kaleme aldığı mektubu, Hekim Postası okuyucuları ile paylaşıyoruz.

01.01.1940

Can Ahmet,

Bu mektubu ikinci mevkiinin ruh hâlini bir ayna gibi yansıtan camın önündeki daracık masa üzerinde yazıyorum. Karlı dağlar geride akıp gidiyor. Ancak ilk istasyona vardığımda imkân bulursam postaya verebileceğim. Kömür ve buharın o muhteşem gücü bu koca demir yığınını her geçen saat beni memlekete daha da yaklaştırırken birazı da kompartımanımızın loş aydınlatmasına yarıyor. Bu uzun yolculuğun bezdirdiği bıkkın yüzler camda asılı duruyor sanki. Koyu yeşil meşin kaplı karşılıklı uzun koltuklara dizilmiş yolcular, ahenkli sarsıntılarla günlerdir isteksizce halay çeker gibiler. Vatani görevimi tamamlamış olmanın gurur ve olgunluğunu hissederek memlekete doğru yol alıyorum. Çetin kış şartlarında yol almaya çalışıyoruz desem daha doğru olacak. Haydarpaşa’dan trene binerken tanıştığım Ardahanlı bir arkadaş da karşımda oturuyor. Rayların tıkırtılarını satırlarımda hissedebiliyor musun? Ama bu ahenkli kıpırtılar, geride bıraktığımız matemli şehri altı gece önce alt üst etmiş olan o felaketin yanında beşik sallantısı gibi kalır. Kendim yaşamasam da Onların anlattıklarının bedenimde yarattığı o ürpertiyi tarif edemem. Onları birazdan anlatacağım.

Ankara Garı’nda kısacık hasret gidermemiz sırasında cebinden çıkartıp bana hatıra olarak verdiğin Hislon marka cep saati şu anda avcumda. Onu çeyrek geçiyor şimdi. İyi ki terhis olduğumu yola çıkmadan sana yazmışım da Ankara’daki kısa molada görüştük. Fethiye kardeşimizi, kucağındaki yaramaz Ülkü’yü ve eniştemi de görmüş oldum. Fethiye’nin, anamızın öldüğünü hâlâ bilmemesi ve ona selam gönderip ellerinden öptüğünü söylemesi içimi burktu. Yüksek tahsil yapan tek kardeşimiz olarak seninle gurur duyuyorum. Biliyorsun ailemizin gücü ancak birimizi okutmaya yetiyordu ve ben müsterihim. İyi bir hukukçu olarak bunun hakkını vereceğinden eminim.

Bu mektubu aldığında artık senin de dehşet yıkımdan çoktan haberdar olacağını tahmin ediyorum. Trenimizin güzergahındaki Sivas’ta gece yarısı binerek bizim kompartımana yerleşen iki yolcudan almıştık o felaket haberini. Kompartımana önce yaşlı adam girmiş, kapıya yakın taraftaki boş yere oturmuştu. Genç olanı da kucağında bezden bir kumanya torbasıyla karşısına oturmuştu. İlk selamlaşmadan sonra posta memuru olduklarını, Erzincan’da bir gece önce muazzam bir deprem olduğunu anlattılar. Ölüm oranı yüzde doksanmış. Biz yolda olduğumuzdan haberimiz olmamış. Depremden zarar gören akrabalarını görmeye gidiyorlarmış. Bu sırada camdan görebildiğim kadarıyla trene çadır, battaniye, ekmek ve başka erzak kolileri yüklenmekteydi. Kısa konuşmadan sonra yol boyunca bıçak açmamıştı ağızlarını, hiçbirimiz nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bilmiyorduk.

 Ertesi akşam Erzincan’a yaklaştığımızda iyice yavaşladık, raylarda bozulma olabileceğinden tedbiren böyle yapmıştı belli ki makinist. Saat akşam dokuz buçuk gibiydi gara girdiğimizde. Hiçbir ışık yoktu etrafta. Lokomotifin güçlü lambası trenin önünü aydınlatıyorsa da ben bunu penceremden göremiyordum, ama vagonlardan saçılan belli belirsiz ışık sayesinde sadece yakın çevreyi görebiliyordum. Önce artan tıkırtılar eşliğinde yelpaze gibi açılarak kalabalıklaşan raylar, sonra bir peronun karla kaplı boş kısmı kayarak geçti önümden. Başımı cama dayayıp ellerimle gözlerimin yanlarını kapatarak ön tarafa doğru baktığımda biraz ilerde beliren aydınlık bir noktanın büyüyerek belirginleştiğini ve bunun, etrafı yaklaşık on-on beş kişi tarafından sarılmış bir lüks lambası olduğunu fark ettim. Tren iyice yavaşlamıştı. Vagonlara doğru hareketlendiler. Tren durmadan içeriye atlamak istiyorlardı. Kasketinin altındaki ağlamaklı yüzünü loş ışıkta güçlükle seçebildiğim birisi kollarını yakarır gibi havaya kaldırmıştı. Derin üzüntüsüne rağmen bizim orada olmamıza şükrediyor gibiydi. Dudakları oynuyordu ama söylediklerini henüz ayrı dünyalarda olduğumuzdan anlayamıyordum. İşte Onlar dediğim, önce dehşeti yaşamış sonra da bu şehrin karanlığında yalnız kalmış canlardı. Birazdan mecburen dünyalarına girecektim. Tren durup kapılar açılmaya başladığında ağlama sesleri doluştu vagona. Kompartıman kapısından uzun koridora ve oradan da çıkış kapısına doğru yürüyüp trenden inerken, önce yüzümde doğu kışının o buz gibi soğuğunu hissettim. Ayağımı yere bastığımda hızla yaklaşan bir çift kolun beni sarması ile durmak zorunda kaldım bir anda. Ne burası varacağım son durak ne de burada beni karşılayacak birisi vardı. Omzumda hıçkırarak ağlayan adamı teselli ettim, ben de ona sarıldım. Şimdi aynı dünyadaydık. Bu dünyada dehşet ve hüzün hüküm sürmekteydi. Ağlarken konuşmaya başladı ve iki gün önce buraya mal getirmiş bir tüccar olduğunu, otelde kalırken yakalandığı depremde canını zor kurtardığını söyledi. Buna pek sevinemiyordu çünkü korkunç yıkımı ve ardından şehrin üzerine çöken matemi yaşamıştı. Sık artçılar sürekli kılıyordu bu dehşet havasını. Garda bekleyen diğer depremzedeler de koşarak rastgele diğer yolculara sarılmış, çocuk gibi ağlamaktaydılar. Kim bilir hangi yakınlarını kaybetmişlerdi? Onlar koca şehirde hayatta kalan az sayıdaki insanlardı ve belli ki iki gündür çaresizlik içerisinde bu anı bekliyorlardı. İki insan topluluğu aynı dünyada buluşuyor, biz o dehşet ve matem havasına girmeye başlarken Onlar da yeni gelenlere içlerini dökerek yalnızlıktan, gerginliklerinden sıyrılıyorlardı. Sanki ıssız bir adada mahsur kalan kazazedelere ilk ulaşan medeniyet temsilcileri gibiydik. Trenin arka vagonlarındaki erzak boşaltılırken aynı trenle gelen diğer görevlilere biz de yardım ettik. Ortada bir yığın oluşmaya başladı. Karanlıkta bir siluet halinde görünen gar binası sağlamdı. O sırada karanlık nedeniyle göremediğim çevre binaların tümünün yıkılmış olduğunu ertesi sabah anlayacaktım.

Sabah şehri dolaştım. Çatısı, duvarları sağlam tek bina kalmamıştı, sokaklarda yürümek neredeyse imkansızdı. Bulutlu gökyüzü kasveti daha da artırıyor, soğuk hava enkaz altındakilerin son yaşama şanslarını da ellerinden alıyordu besbelli. Asker, işçi, vatandaş ellerine geçirdikleri kazma küreklerle enkaz başlarında canhıraş kazıyorlardı. Ben de askerliğin bana öğrettiği vazife şuuru ve gençliğimin enerjisi ile birkaç bina enkazında yardıma koştum. Kazma, kürek ile ne kadar çabalarsan çabala, yığıntılar altından canlı çıkartmak bir mucize. Daha fazla teferruatla seni üzmek istemiyorum. Üç ay kadar önce izin dönüşü bir gece kaldığım ve şirin sokakları, zengin mağazaları, iyi halkı ile hoşuma giden bu şehrin tam bir harabe haline geldiğini içim burkularak görüyordum. Ertesi gün Ankara’dan trenle yüksek rütbeli komutanlar beraberlerinde erzakla geldiler. Bize de birkaç gün daha yardım etmemiz emredildi. Velhasıl can Ahmet’im tren yolu üzerindeki bir köprüde meydana gelen hasar yüzünden tren hareket edemedi ve sekiz işçi ile on iki yolcu üç gece boyunca gardaki boş bir yük vagonu içerisinde kaldık. Artçılar aralıklı olarak devam ettiğinden, vagona dizilen yataklarda uyuyamadan sabah ettik.

Dün gece yılbaşıydı. Biz buz gibi vagonda sabahı zor ederken yurdun ve dünyanın her tarafında yeni senenin gelişi kutlanmış olmalı. Bu dünyada neler oluyor neler? Sonunda trenimiz yola koyuldu da Erzurum’a doğru yol alıyoruz. Kim bilir Selim’e kaç gün sonra varırız? Oralar da depremden nasibini almış mıdır? Depremin vurduğu söylentisi dolaşan Amasya’dan ablam, eniştem ve yeğenlerimden hayırlı bir haber alırız inşallah. Ey 1939 senesi, memleketime ve yakınlarıma hasret yaşatarak geçtin gittin, anamı da aldın bizden. Yeni sene hepimize sıhhat afiyet versin can kardeşim.

Ağabeyin Halis

Not: Amasya’dan haber alırsan hemen yaz bana. Bir iki güne evime dönmüş olurum.